2013’te bir mobilya fabrikasında, paketleme bölümünden sorumlu personel olarak işe başladım. Fabrika yeni açıldığından işçi alımları da hayli fazlaydı. Patronun, altına son model Mercedes çektiği bir dostu ve kapısına kilit vurduğu çift kapaklı bir buzdolabı vardı. Kısmen beyaz yakalı bir çalışan olduğum için işletmenin içi ve idari personel odalarının tam da ortasında duran bu dolaba, her seferinde hayret ve dehşetle bakardım. Çünkü bu dolap, üzerindeki kalın zincir ve kilitle insanların arasındaki sınıf farkını apaçık ortaya serdiği gibi patronun görgüsüzlüğünün de kanıtıydı. Patronumun hovarda bir zengin olması ya da bir kaç lokma yiyeceğini kilitleyecek kadar görgüsüz olması tabi ki onun sorunuydu. Sonuçta zengin her zamanki gibi her şeye sahipken, yiyeceklerini daha fakirlerden korumak pahasına kilitler altına almaktan geri kalmıyordu. Fakir ise; istisnai durumlarda bile karnını doyurmak ve bir parça ekmek için sürekli mücadele etmek zorunda kalıyordu.
Bir öğle vakti yemek molasına çıkmıştım. Daha önce farklı bölümlerde çalışan insanlarla uzaktan selamlaşmamız olsa da, iki yüze yakın kişiyi tanıyor olmam mümkün değildi. O gün yemek molasında küçük bir çocuk dikkatimi çekti. Öyle tahmin ediyorum ki, yaşı 14-15 civarındaydı. O an çocuk işçi olarak büyüdüğüm düzenin hala değişmemiş olduğunu görmek, açıkçası içimi çok acıttı. Çocuğu uzaktan bir müddet izledikten sonra yanına gidip oturdum. Daha sonra çocuğa adın ne, okula gidiyor musun gibisinden genel geçer şeyler sordum. Bu küçük mesai arkadaşım her ne kadar neticede çocuk olsa da, sonuçta ikimiz de bir nevi aynı düzenin kurbanlarıydık. Amaç patronun dostuna mersedes almak!
Daha sonra sohbeti ilerletip ”ilerde ne yapmak istiyorsun” diye sordum. Çok para kazanıp çocuklarıma bakacağım gibisinden bir cevap verdi çocuk. ”Sen daha çocuksun, boş ver düşünme böyle şeyleri, kazandığın parayla da bisiklet falan al” diye çocuğa öğütlerde bulunmuştum. Oysa emin olduğum bir şeyi ondan ve belki de kendimden gizliyordum. Sanki kendi isteğiyle mi gelmişti çalışmaya, üstelik ailesinin maddi durumu kim bilir nasıldı. İşte bu gerçekler zihnimden hızlıca geçerken yemek molası da sona erdi. O gün ve çöpten ekmek toplayan insanların olduğu, ekonomimizin resmen dibe vurduğu bugün, yıllar sonra o çocuk yeniden aklıma geldi.
Beni üzen çocuğun kendini adeta bir yetişkin gibi görüp, kendi çocukluğundan vazgeçmiş olmasıydı. Neticede bir çocukluk daha gözlerimin önünde yitip gidiyordu ve ben sadece dram filmi gibi seyrediyordum.
Zenginin dolabı, fakirin çocukluğunu alıyor ve elimden hiçbir şey gelmiyordu.
“Zenginin dolabı, fakrin çocukluğunu alıyor” harika bir tespit olmuş. Bugünlerde bir video dolanıyor, Diyarbakır’da bir sosyal deney yapıyorlar, simitçi çocuğa birisi gidiyor işte param yok, yemek yiyemedim simit verir misin falan diyor. Çocuk da adama döner ısmarlıyor falan. Birçok insan buna mest olsa da, ben bu ülkenin en büyük problemlerinden birini görmüştüm orda: Ülkenin geleceği olan çocukların, simit satmak zorunda kalmaları. Milyonlarca insan bu devlete, toplum olarak kalkınmamız için vergi veriyor ancak o çocuk, çocukluğunu yaşayamadan, çocuk yaşında çalışmaya başlıyor ve sağlıklı beslenmeden, sosyal aktivitelerden, eğitimden, kaliteli sağlık hizmetlerinden, kitaplardan, teknolojiden… bir sürü şeyden uzak bir halde büyüyor. sonra biz o çocuğun bu vatana hayırlı bir çocuk olmasını diliyoruz. Olacak iş mi bu?
Bahsettiğiniz videoyu izledim. Çoğumuz olaya duygusal açıdan bakarak ”ne güzel kalpli bir çocukmuş” diyoruz ama, durumu daha geniş bir perspektifte ve mantık çerçevesinde değerlendirecek olursak, o çocuğun neden çalışmak zorunda kaldığı sorunsalı çok daha fazla önem arz etmektedir.
Nasıl bir adammış o ya hu? Buzdolabına zincirlerle kilit vuruyorsan kendi odana al madem görgüsüz herif!