Bir zamanlar dünyanın tüm medeniyetlerinden uzak, kendi halinde yalnız bir ülke varmış. Halkı her ne kadar çalışkan ve itaatkar olsa da, hiçbir şeyden memnun olmayan zalim bir kralı varmış bu ülkenin. Yaşı hayli ilderlediğinden, halkı da bugün yarın ölür diye beklemeye başlamış. Tek derdi ülkenin dört bir yanına kendi heykellerini yaptırıp koymak olduğundan, eli taş yontmaya ve heykel yapmaya yatkın yetenekli gençlerin sayısı da gittikçe artmış.
Aradan günler, haftalar geçmiş. Halkın o dört gözle beklediği ölüm haberi de nihayet verilmiş. Her yerde bir bayram havası, kutlamalar, eğlenceler, kralın ölümü ülkede yasla değil, adeta coşkuyla karşılanmış. Ne var ki bu sevinç çok uzun sürmemiş. Çünkü kralın ölümünü, halkı dışında dört gözle bekleyen birileri daha varmış. Onlar da bu zalim kralın üç olğlu imiş. Hovardalık, yobazlık, nerde kötü bir huy varsa bu üçünde toplanmış ki, üçünün toplamı bir adam bile etmezmiş.
Ancak kurnazlık ve düzenbazlıklarıyla da bilinen bu üç kardeş, babalarının ölümünden sonra vakit kaybetmeden taht kavgasına tutuşmuşlar. Her biri kendince yeni kral olmak için en uygun aday olduğunu düşündüğünden, bu kavgalar da bir süre devam etmiş.
Ne zaman ki bu işin daha fazla böyle gitmeyeceğini anlamışlar, o zaman tartışmayı bırakarak ortak bir çözüm bulmuşlar. Bu yüzden üçü de yeni kral olmuş ve ülkenin yönetiminde üçü de söz sahibi olmuş. Babalarının yaptırmakta olduğu devasal heykelini de yarım bırakmamışlar elbet.
***
Halk ne olduğunu bile anlamadan allem etmişler, kullem etmişler, kendilerini ülkenin yeni kralları olarak ilan etmişler. Kalabalık arasında bir kaç kişinin sesi yükselmiş oracıkta. ”Olur mu efendim” gibisinden itiraz etmişler. Lakin o kişileri de o günden sonra gören olmamış.
Herkes bu yeni düzenin eskisini aratacağını acı bir şekilde anlamaya başlamış. Çünkü bu üç kardeş halkın gözünde adeta üç başlı dev bir ejderhadan farksızmış.
Günlerden bir gün en küçük kral, yanında muhafızlar eşliğinde dışarı çıkmaya karar vermiş. Özenle giyinip kuşanmış. Kibirli bakışları ve çatık kaşları yüzünden kimse kendisiyle göz teması dahi kurmak istemezmiş. Hatta bir keresinde adamın birini sırf kendisi geçerken, satış yapmaya devam edip, çığırtkanlık etti diye adamlarına dövdürdüğü bile olmuş.
Küçük kral, bu insanlar arasında dolaşırken kendisini onların sahipleri, tanrısı gibi görüyormuş. Yine bu sebeple onlara istediği gibi davranma hakkına da sahip olduğunu düşünüyormuş.
Vakit hayli geç olup sarayına dönmeye karar veren küçük kral, yolunun üstünde genç ve oldukça güzel bir kızla karşılaşmış. Kız korksundan önce boğazındaki tükürüğü yutmuş, ardından başını öne eğerek olduğu gibi beklemiş.
***
Küçük kral, atı üstünde bu genç ve güzel kızı baştan aşağı süzerken, kızın gözleri atın bir karış çamura saplanmakta olan ayaklarına öylesine dalmış ki, başında bekleyenin bir an kim olduğunu dahi unutumuş. Küçük kral atının yularından çekiştirip dururken, kızın etrafınca çember çizmeye başlamış. Dah sonra tek kelime bile etmeden atını sürerek oradan ayrılmış. Lakin eve vardığında uyku tutmamış ve sabaha kadar o kızı düşünmüş. Zihnindeki şeytan ona adeta emirler veriyor ve kıza bir kötülük etmesi için baskı yapıyormuş.
Dayanamayıp kızın güzelliğini diğer iki kral olan kardeşlerine anlatmış. Anlatılanları cankulağıyla dinleyen diğer kardeşler, gözlerindeki kötülükle dişleri bilenmiş bir çakal sürüsünü andırıyormuş. Sessiz sedasız kızın evine gitmek üzere yola koyulmuşlar. Öylesine sessizmiş ki sokaklar, cırcır böcekleri ve atların nallarından çıkan o tıkırtılardan başka bir ses duyulmuyormuş.
Kapı önüne geldiklerinde bir kaç omuz darbesiyle kapıyı kırarak içeri girmişler. Kızcağızın yuvasından fırlayacak gibi bakan korku dolu gözlerine, titreyen bedeni ve elleri eşlik etmiş. Onları görür görmez kim olduklarını ve kötü niyetlerini hemen anlamış ve avazı çıktığı kadar bağırmış.
Bir yiğit yetişip ve şimşek hızıyla kırık kapıdan içeri dalmış. Boynundan döşüne uzanan ve aslan yelesini andıran asbabıyla, göğsünü gerip uzun bir nara atmış.
Kardeşler, karanlıkta pek seçememiş ama bu yiğit oğlandan ve kendinden emin sesinden oldukça tırsmışlar.
Küçük kral üzerine atlayıp boğuşacak olmuş. Lakin tek darbede yere serilince üçü de apar topar oradan uzaklaşmışlar.
***
Bu olay o gece her yere öyle bir yayılmış ki, sağır sultan dahi herkes duymuş.
Ertesi sabah güneş tepelerin ardından bir başka doğmuş.
Sanki tüm tohumlar filiz vermek için o günü beklemiş, dallardaki tüm kuşların yuvalarında duran ve çıkmayı bekleyen yumurtalar o gün çatlamış, az biraz büyümüş olanları uçmayı o gün öğrenmiş ve çiçekler en güzel kokularını o gün saçıyormuş gibi bir günmüş bu.
Çünkü o gün halk toplanıp arzu hallerini dile getirmekten korktukları o eşiğe hep beraber yürümüş. Dün gece olan hadisenin ardından bu üç kardeşin idam edilmesi için herkes çığlık atar olmuş.
Kardeşler ise kilitli kapılar ve etten duvarlar ardında, panik içinde kendilerini kurtaracak bir çare aramaya başlamışlar. İçlerinden biri olan biteni inkar edip, onları ayaklandıran yiğidi ise hain ilan etmeyi teklif etmiş.
Mevkimizde gözü olduğunu, bu yüzden böyle bir iftiraya başvurduğunu ayrıca savunma için kullanmaya karar vermişler.
Herkes; tavanı, yerleri ve duvaları mermeri andıran beyaz renkte olan ve sadece ülkenin önemli meselelerinin konuşulduğu Aguron denilen alana toplanmış.
Her şey planlandığı gitmiş ve kızı kurtaran yiğit, hain ve iftiracı olarak suçlanmış.
Üstelik bir takım, yalancı şahitler ve otorite aşıkları da durumu öylesine körüklemiş ki, halk kısa sürede ne için geldiğini unutup, bu yiğidi suçlamaya başlamış.
***
Adam geniş omuzlarını gererer ayağa kalmış, derin bir nefesle göğsünü şişirmiş ve şöyle demiş:
– Eğer ben hain ve iftiracı isem; varın beni asın.
– Eğer değil isem ve buna rağmen kendilerini tanrı gibi görüp insanlara zulmedenlerin adaletiyle yargılanacaksam yine asılacağım demektir.
– Siz beni asın! Lakin asılmadan önce o kızcağızı da dinleyin.
Duruşu, özü sözü bir olan bu yiğidin son sözlerine kulak verip kızcağızı oraya çağırmışlar.
Etraf sessizleşmiş. O kadar sessizleşmiş ki herkes kendi kalp atışını ve nefes alıp verişini duyar olmuş. Yiğit kıza dönüp şöyle demiş o sıra:
– De hele kızcağız niye susarsın öyle?
– Ben öleyim mühim değil, lakin ölümümün hiç olmazsa bir anlamı olsun isterim. Hem siz de yaşıyor olmazsınız.
– Ölümden korkuyorum da ondan böyle söylerim belleme
– Ben bizden korkarım, susanlardan korkarım.
***
Kızcağız bu sözlerden öylesine etkilenmiş ki gözleri dolmuş, yüreği sanki yiğidin yüreği içinde eziliyormuş gibi daralmaya başlamış. Gözleri önce bu yiğide sonra karşısında durmakta olan sessiz kalabalığa ve üç kardeşe kadar ağır ağır gezinmiş.
– Varsın asıl beni assınlar. Bana hainlik etti desinler, Ancak Tanrı şahit olsun bu yiğit masumdur ve her dediği doğrudur.
Bu sözler üzerine halk, yeniden onlar masum diye bağırmaya başlamış. Ve yargılanmak üzere bu üç kardeşi meydana çıkarmışlar.
En küçük kral, ağzını açıp tek kelime dahi dahi etmemiş. Ortanca kral ise küçüğünün yüzüne nefretle bakıp ardından şöyle demiş:
Tanrı için görmedim bir şey. Bunlar ifitaradır.
Son sözü yaşça en büyükleri olan diğer kral verecekmiş. Aguron’da ortaya doğru yürümüş ve gür bir sesle şöyle demiş:
Tanrı şahittir! Ben hiçbir şey duymadım. Tüm bunlar iftiradır.
Ardından üç kral da dar ağacında idam edilmişler.
Her kral öldüğünde hatıraları için yapılan anıtlar ve heykeller, düzenbaz, yalancı, iftiracı ve kötü olsalar da bu üç kardeş kral için de yapılmaya karar verilmiş.
Birisinin gözleri, birisinin kulakları ve birisinin de ağzı kapalı üç maymun anıtı yapılmış.
O günden bu yana bu üç maymunu kimse unutmamış.
Nizamettin Gümüş - 1 ay önce
Yazınızın, kırık camlar metaforu üzerinden toplumsal düzen ve bireysel sorumluluk konularını ele alması oldukça düşündürücü. Küçük bir dondurma kâğıdının, aslında…
Konu: Kırık Camlar Metaforu ve Bir Dondurma Kağıdının Tetikledikleri