Her birimiz doğruyu bulmak isteriz.
Bu uğurda göstermiş olduğumuz tüm çabaların bizi tatmin noktasına ulaştırdığını düşündüğümüz anda, kendimizi doğruya ulaşmış varsayarak, arayış eylemine de bir son veririz. Buz dağının görünen yüzüne bakıp, altındaki derinliği görebilmek için öncelikle o suya kafamızı sokmak gerekir. Fakat daha da öncesinde, o doğruya gerçekten ulaşıp ulaşmamayı istiyor muyuz? bunu bilmemiz gerekir. Çünkü herhangi birisi size, o derinliğin kaç mt. olduğundan bahsedebilir. Buna inanıp, araştırmayı sona erdirdiğiniz anda, kendi doğrularınızı değil, başkalarının doğrularını benimsemiş olursunuz.
Bugün dünyaca ünlü profesör ve bilim insanlarının, uzun uğraş ve emek harcamaları neticesinde, delilleri ile açıklık getirdiği bir çok bilgiyi benimseyerek doğru kabul ediyoruz. Çünkü araştırmak ve bir şeyi yeniden öğrenmek için, ya gerekli vakti bulamıyoruz ya da işin kolayına kaçıp gerek görmüyoruz. Hem atomu yeniden parçalamaya ne gerek var ki! Ya da DNA zincirini yeniden keşfetmeye! Çünkü bilimsel olarak kanıtlanmış bir bilginin doğruluğunu, sadece yeniden teyit etmektir bu.
Yeterince sorguluyor muyuz?
Fakat günlük yaşantımızda karşılaştığımız ve küçük diye önemsemeyip araştırmadığımız o kadar çok doğrumuz var ki, hayatımızı o doğrular ile yaşarken bir kerecik bile şüphe duymuyoruz. Örneğin birisi size spider-man karakterinin doğru ve gerçekte yaşayan bir karakter olduğunu söylüyor ve buna inanıyorsunuz. Uzun yıllar sonra da sadece bir çizgi film karakteri/marvel kahramanı olduğunu öğreniyorsunuz. Kendinizi o anda nasıl hissedersiniz? Kandırılmış bir aptal gibi mi? Sadece böyle olsa iyi, daha da kötüsü neden bir kaynak sormayıp inandım, ya da neden kendim doğrudan inanmak yerine araştırmadım diye kendinize kızıp suçluluk hissedeceksiniz. Başkasının size vereceği cezadan daha ağır bir cezadır bu suçluluk duygusu. Belki de bir hiç uğruna, hayatınızı boşa geçirdiğinizi düşüneceksiniz. Çünkü doğru sandığınız şey belki de bir spider-man karakteri değil de, hayatınızı önemli ölçüde değiştirecek olan, daha büyük bir şey olacak ve siz ağır bedeller ve pişmanlıklarla yüzleşmek zorunda kalacaksınız o doğru karşısında.
Bir doğruya ulaşmak, her zaman zordur.
Kolay gibi görünür fakat değildir. Bu yüzden doğru bilgiye ulaşma süreci olarak gördüğüm bir süreçten söz etmek istiyorum sizlere. O zaman çok okuyan mı, yoksa çok gezen mi bilir? sorunsalını da kenara atmanız gerektiğini de daha iyi anlayacaksınız.
Ne-Neden-Nasıl sorusu felsefenin temel yapı taşıdır. Her zaman sizi araştırmaya ve öğrenmeye teşvik edecek yegane soru olduğu gibi, yaşadığınız hayatta da prensip edilesi bir sorudur. Eğer düşünce olmasaydı, merak olmazdı ve eğer merak ya da ilgi oluşmasaydı, öğrenme de olmazdı. Bu yüzden bizi öğrenmeye ve araştırmaya iten ve bunu tetikleyen en önemli şeyin, ne-neden-nasıl sorusu olduğunu aklımızın bir köşesine not etmemiz gerekir. Bizler hazır bilgiye konmayı o kadar alışkanlık haline getirmişiz ki, kaynak araştırma gereği bile duymuyoruz çoğu zaman. Bu nedenle öğrendiğimiz şeyin, belki de koca bir yalandan ibaret olduğu gerçeğini hiçbir zaman göremiyoruz.
Okullarda bize ne öğretiliyor ya da diğer bir soru biz öğretilenlerden ne kadarını alıyoruz?
Bu soruyu gerçekten merak ettiğim için soruyorum.
Çünkü etrafıma baktığımda amacı sadece iyi bir kariyer, yüksek maaşlı bir iş, ya da sadece diploma alma çabası içinde bocalayan insanlar görüyorum. Çünkü bilgiyi sindirmek adına hiç bir şey yok. Hatta kim 500 bin ister gibi yarışmalara katılıp, havalı havalı şu bölümü bitirdim ya da şu üniversitede okuyorum diye gelenlerin, içi boş bir kütük olduğunu çoğu zaman görüyoruz. Çünkü amaç sadece o sınavı geçmek ve o diplomayı almak, ya da sadece askerliği kısa dönem yapabilmek. Ama temelde öğrenilmiş hiçbir şey yok.
Einstein’in bahsettiği şeyde tam olarak budur. Bir doğruyu öğretmek yerine, bir doğruya nasıl ulaşmak gerektiğini öğretmek.
Örneğin; yabancı dil öğrenmek için çok farklı yöntemler vardır. Kimisi Livemocha gibi internet sitelerini tercih ederken, kimileri alt yazılı film izlemeyi tercih eder. Fakat bu her iki yöntemde tek ve doğru olan sorunun cevabıdır. Yabancı dil nasıl öğrenilir? Bu yüzden başta öğretilmesi gereken de, yabancı dilin kendisi değil, onun nasıl öğrenilmesi gerektiğidir.
Herkesin doğru kabul ettiği bir şeye, sorgulamadan doğru demek ne kadar doğrudur?
Sanırım hepimiz en çokta burada hata yapıyoruz. Sürü psikolojisi denilen durumda bundan ibarettir.
Aslına bakarsanız onun doğrusu, benim doğrum, sizin doğrunuz düşüncesi de tamamen yanlış bir düşüncedir. Çünkü doğru yalnızca bir tanedir. Bakış açısına göre farklılık gösterdiğini savunsanız da, kişiye göre göreceli değildir. Bu yüzden Dünya’nın neresine giderseniz giden bir üçgenin iç açılarının toplamı her zaman aynıdır.
Sokrates’in doğruluk için üçlü filtresini ele alalım :
Sokrates Eski Yunanda, Sokrates bilgiyi saklaması sebebiyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün Sokrates bir tanıdığına rastladı ve adam ona dedi ki; Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun? Bir dakika bekle” diye cevap verdi Sokrates. Sonra şöyle devam etti.
Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum.
Buna “Üçlü Filtre Testi” deniyor.
Üçlü Filtre mi?
“Evet’’ diye devam etti Sokrates. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Üçlü filtre testi dememin sebebini birazdan anlayacaksın.
Şimdi birinci filtre, “Gerçek Filtresi.” Bana birazdan arkadaşım hakkında söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?
Hayır, dedi adam.
Aslında bunu sadece duydum ve… ‘’
Tamam, dedi Sokrates. Öyleyse, sen bu söyleyeceğin şeylerin gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.
Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, “iyilik Filtresi.” Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?
Hayır, tam tersi…
Öyleyse, diye devam etti Sokrates, O’nun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin.
Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. “İşe yararlılık filtresi.”
Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?
Adam hayır, pek değil diye cevap verdi.
“İyi” diye tamamladı Sokrates.
Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar değilse bana neden söyleyesin ki?
Sokrates’in bu üçlü filtre ile anlatmak istediği, bir bilgiyi doğru olarak kabul etmeden önce, kendi doğruluk sınırlarımız içine kabul etmememiz gerektiğidir. Hatta onu bir süzgeçten geçirip, öyle kabul etmemizin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Böylece yalan ya da yanlış bilgilerden biraz da olsa arınmış, yaşadığımız hayatı biraz da olsa, daha gerçek yaşamamız gerektiğini anlamış olacağız.
Sokrates'in çok sevdiğim bir hikayesidir.Yazıyı da çok faydalı buldum :)Teşekkürler 🙂
Yazıya uygun olabileceğini düşündüğümden paylaşmak istedim. Ben teşekkür ederim.
Emeğinize sağlık… 🙂
Okuyan gözlerinize sağlık.
Merhabalar.
Güzel ve yararlı bir yazı dizisiydi. Kaleminize ve yüreğinize sağlık ve mutluluklar dilerim. Evet doğru bir tane ve bu doğruya erişmek de o kadar kolay değil. İşin içinden çıkamadığımız zamanlarda, ya da çaresiz kaldığımız zamanlarda elbette başkalarının teyit ettiğimiz doğruları ile de yaşadığımız anlar da olmuyor değil! Ancak, kendi doğrularımıza da saygı göstermeliyiz ve hayatımızda kendi doğrularımıza da yer vermeliyiz.
Selam ve dualarımla.
Kendi doğrularımız diyebileceğim kaç doğru ile yaşıyoruz ki hayatta?
Dile getirdiklerinizin çoğuna katılıyorum. Eğitim sistemimiz "düşünen" bireyler yetiştirmiyor maalesef. Kaleminize sağlık.
Eğitim sistemine de değinseydik bir bu kadar daha yazmak zorunda kalırdık. İlk okul 1. sınıfta sınıfta kalan bir öğrenciye pek rastlamayız. Kalmışsa da devamsızlığı yüzünden kalmıştır. Ama tembel bile olsa onu bazı sınavlara tabi tutarız. Fakat bunu tamamiyle saçma ve gereksiz buluyorum. Çünkü o çocuğun o yaşlarda oyun oynaması ve çocukluğunu yaşaması gerekiyor. Çocuğa öğretilmesi gereken temel şey topluma (iyi) bir birey kazandırmak olmalı. Yoksa çocuk ali ata bak düzgün yazmamış ne olacak ki!