Bu satırları yazmak için sabırla bir kaç ay geçmesini bekledim. Şayet pandemi sürecinin en başından bu yazıyı yazmaya kalksaydım gözlemlemiş olduğum bir çok şeyin aslında farkına varamamış ve bu yazıyı daha farklı bir biçimde yazmış olacaktım. Her şey aslına bakarsanız en başından beri kötü bir kabus gibiydi. Hala da öyle. Kim derdi ki yıllardır izlediğimiz o bilim kurgu filmlerin bir gün içinde olacağız diye! Bir gün bir virüs yayılır ve kısa zamanda tüm dünyayı ele geçirir. Sonrasında ise insanoğlu bu virüsle amansız bir yaşam mücadelesi verir. Konuyu böyle bir kaç satırla özetleyince ne kadar da klişe geliyor değil mi? Ama değil! Biz bu gerçeğin tam ortasında yaşamaya çalışıyoruz artık.
Biliyor musunuz neyi fark ettim? Her şey plana göre gittiğinde kimse paniklemiyor! Evet bu süreçte hissettiğim duygulardan biri de buydu. Başlarda kaç kişi öldü, kaç kişi hastalandı, kaç kişi atlattı diye heyecanla takip ettiğimiz o yeşilimsi tablo gün geçtikçe ilk günkü kadar takip edilmez oldu. Çünkü herkes iyi kötü bu sürece alıştı ve her gün yazılan o rakamlar artık sıradan gelmeye başladı. Sorun yoktu yarınki açıklanacak rakamlar aşağı yukarı belliydi. Her şey plana göre gidiyordu ve gerçekten kimse paniklemiyordu.
Bu süreçte farkına vardığım ve bir çok insanın da farkına vardığını düşündüğüm duygulardan biri de ölüm korkusuydu. Bu korku bana biraz da Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eserinden bir sözü hatırlattı. Hatta bu sözü sık sık düşünür olmuştum o ilk zamanlarda. Şöyle diyordu: Bir insanın ölüm anını bilmemesi ne büyük lütuf! Bu konuyu belki tartışabiliriz. Ölüm anının bilinmesi durumunda kişi en azından sevdikleriyle vedalaşabilir diye iyi tarafından düşünebilirsiniz. Bu gerçekten de çok iyimser bir bakış. Bu nedenle sizi suçlayamam ya da yadırgayamam. Ancak hakikatte olanın daha karanlık ve soğuk bir şey olduğunu düşünüyorum. Pandemi sürecinde yoğun olarak yaşadığım duygulardan biri de buydu. Kıtaları aşmış bir virüs bir gün bulunduğunuz şehre, iki hafta sonra bulunduğunuz mahalleye, bir ay sonra da bitişik komşunuza kadar gelmiş. Şanslıysan yaşıyorsun, değilsen ölüyorsun. Her şey bu kadar basit. Adım adım yaklaşmakta olan bir şeyin verdiği huzursuzlukla ve ağzınıza taktığınız çift kat maskeyle yaşamaya çalışıyorsunuz. Ara sıra virüs yokmuş gibi davranıyorsunuz ama yeri geldiğinde sert bir tokat atıp ben burdayım diye hatırlatıyor kendini.
Bizim Mehmet Hoca vardı mesela öğretmen, artık yok. Hasan vardı çocukluk arkadaşım aynı mahallede büyüdük. Pek aram yoktu ama o da yok artık. Diyeceğim şu ki herkes acı kayıplar verdi bu süreçte. Üstelik hâlâ da vermeye devam ediyor. Daha da kötüsü insanlar bu acıyla yaşamaya alıştı. Alışmanın iyi bir şey olduğu söylenir ama acıya alışmak… Bilemiyorum. Bir yerden kötü bir haber gelecek diye adeta diken üstünde yaşar olduk. İşte bu korku bile bizi kıçımızın üstünde otururken yıpratmaya yetti. Bu yüzden acının yanında korkuyla yaşamayı da öğrendik. Sevdiklerimizi kaybetme korkusu ve sevdiklerimizin bizi kaybetmesi durumunda yaşayacağı travma!
2019’un böylesine lanetli bir olaya gebe olacağını tahmin edemezken, 2019 öncesi hayatını kaybedenlerin de şanslı olabileceğini düşünmek hiç aklıma gelmezdi. Bir de böylesine garip bir düşünceye kapıldım bu süreçte. Oysa hepimiz ne büyük umutlarla girmiştik bu yıla değil mi? Yani şu yaşadıklarımıza ve önümüzdeki bilinmezliklere bakınca, insan gerçekten de böyle tuhaf duygulara kapılabiliyor. Hatırlarsanız kimileri tüm bu yaşananları Tanrı’nın bir laneti, kimileri de insanoğluna cezası veya bak işte doğa bizden intikamını alıyor gibi tuhaf şekilde yorumlamıştı. Aslına bakarsanız güzel teoriler ve doğanın içine ettiğimiz gerçekten doğrudur ama nedenini sanırım hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Pandemi süreci sadece duygularımızı değil aynı zamanda davranışlarımızı da etkiledi. Çünkü ilk zamanlar sanki dünyanın sonu geliyormuş gibiydi. Herkes çılgınca sosyal medyadan bir şeyler paylaşıyor, akşam olunca da pür dikkat haber kanallarını izliyordu. Sonra pdf kitap listeleri, dergiler, daha doğrusu dijital ortamda tüketilebilecek ne varsa ortaya döküldü. Hepimiz resmen büyük bir balıkçı teknesinin motor sesini duyan ve atacağı ağa yakalanmak üzere olan balıklar gibiydik. Sosyal bir varlık olduğumuz için dört duvar arasına uzun bir süre sıkışıp kalmak, psikolojimizi gerçekten altüst etti. Sanırım yine bu süreçte aile içi şiddet olayları da tavan yaptı. Aslında erkek egemenliğinin baskın olduğu bir toplum olduğumuz için bu şiddet hep vardı. Sadece bu süreçte biraz daha gün yüzüne çıkmış oldu.
Bu süreçte dikkatimi çeken bir diğer husus ise insanların sürü gibi düşünmeden hareket etmesiydi. Mesela hafta sonu ”kısıtlamaları” sebebiyle insanların Cuma günüden deli gibi alışveriş yapmalarını hayli şaşkınlıkla izlemiştim. Bir sakız dahi almak isteseniz, marketlerde oluşan kalabalık yüzünden pek kolay olmuyordu. Halbuki Cumartesi günü market alışverişleri için dışarıya çıkılabiliyordu. Ve ben genellikle Cumartesi gününü tercih ediyordum. Markette benimle birlikte sadece bir kaç kişi oluyordu ve sakin bir şekilde alışverişimi yapıyordum. İnsanların bu tür garip davranışlarını anlamlandırmaya çalışırken sanırım biraz da asparagas haberlerin ve kirli medyanın kurbanı oluyorduk hepimiz. Anlaşılması güç davranışların bir açıklaması da bu haberler olabilirdi. İnsanların birbirine bugün mü yasak yarın mı, saat kaçtan kaça kadar gibi sorular sorduğunu eminim siz de duymuşsunuzdur. Anlayacağınız hepimizin biraz kafası karıştı.
Kısaca toplumsal, daha doğrusu global olarak yaşadığımız ve hâlâ atlatamadığımız bu süreçte hepimiz bir şeyleri deneyimledik. Zaman zaman dışa dönük ve şimdiye kadar varlığından haberdar dahi olmadığımız duygularımızla yüzleştik, zaman zaman da kendimizle olan farklı bir savaşa girdik. Kendimize ve hayatın ne olduğunu anlamaya, belki bir adım daha yaklaştık. Sanırım bu da pandemi sürecinin üzerimizde bıraktığı en olumlu etkisi olarak kalacak.
Çok güzel bir yazı olmuş. Kesinlikle öyle oldu ya… 😅🤣 Bu hafta Blogger Gazetesinde size yer vereceğim. Şimdiden bilgilendirmek istedim. Güzel ve sağlıklı günler dilerim….
Sitenizi ziyaret ettim ve önceki sayılarda yayınlamış olduğunuz gazetelere göz attım. Sabırsızlıkla yeni sayıyı bekliyor olacağım.
Yorumunuz için teşekkür ederim.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Biraz önce gördüm. Tekrardan çok teşekkür ederim. Sağlıklı ve mutlu bir hafta dilerim… 😅
Vefat eden yakınların için bas sağlığı diliyorum. Allah vefat eden yakınlarımıza rahmet merhamet eylesin.
Bu süreç, anlattıklarının daha ötesini kapsıyor gibi geliyor bana.
Madem bilimkurgu üzerinden ilerliyoruz ben de bu konudaki düşüncelerimi kısa olarak aktarayım.
Salgın hepimizi evlere tıktı. Endüstri 4.0 geliyor. Gelişmiş ülkelerin çoğu belirli bir yaş grubunun üzerinde olanlara ve kronik hastalıklılara sosyal yardım adı altında geçinebilecekleri miktarda maaş veriyorlar.
İnternet teknolojileri son sürat ilerliyor. Neurolink, VR vs geliştiriliyor.
Şimdi, sadece işgücü olarak kullanılan insanların dışarı çıkabildiği, çocukların, hastaların ve yaşlıların evlere tıkıldığı internet ile başbaşa bırakıldığı bir toplum.
Sence çok mu uzak? Ya da çok mu distopik?
Teşekkür ediyorum.
Evet süreç çok daha fazlasını kapsıyor ama yüzeysel olarak bu kadarını yazmak istedim. Yoksa konu konuyu açıyor ve “ne yazıyordum ben” diye asıl konuyu unutuyorum.
Bahsettiğin şeyler kulağa her ne kadar ürkütücü gelse de, insan ulan acaba mı diyor kendi kendine.
Kendi küçük dünyamızda yaşıyor ve kendi kararlarımızı alıyormuşuz gibi hissediyoruz ama en bilinçli beyinler bile, bir takım yönlendirmeye kesinlikle maruz kalıyor.
Kısaca başkalarının bizim için yarattığı hayatları yaşıyoruz gibi hissediyorum. Akvaryumda yaşayan, ancak akvaryumda olduğunu bilmeyen bir balık gibi 🙂
Bu yüzden bahsettiklerin de çok uzak ya da distopik sayılmayacak şeyler değil. Belki biz değil de torunlar görür orasını bilemem.
Biliyorsundur sürekli dönen bir geyik var: Bill Gates bize çip takacak!
Bill Gates ya da bir başkası olsun farketmez, bize çipi taktılar. Tabi burada elektronik fiziki bir karttan bahsetmiyorum.
Bize İnception’dan mülhem bir fikir aşıladılar. Aşılanan fikir her şeyin mümkün olabileceği ve sorgulanmaması gerektiği.
Bizden sorgulama yeteneğimizi aldılar. İnsanlar artık ne oldum yahut ne olacağım dediği gibi ne oluyor lan da demeli. Ancak diyemiyoruz.
Takılacak bundan daha büyük bir çip yok..
Fiziksel olarak çip takılma olayına girilse dahi örtbas edilmesi çok üzün sürmez. Bu da genellikle ”komple teorisi” yaftalamasıyla yapılıyor. Bir şey gerçek olsa dahi onun üzerinden komple teorisi haberleri şayet yeterince medyada servis edilirse, artık o fikri savunanlar birer kaçık ya da deli olarak nitelendiriliyor.
Ayrıca önceki yorumda bahsettiğin Endüstri 4.0 hakkında pek bilgim yoktu ve bu yüzden biraz araştırdım. Teknolojinin gelişmesi bir yandan iyi ancak bu gelişme bizi insan olarak özümüzden koparıyor ve birilerine ya da bir şeylere bağımlı hale getiriyorsa da en büyük zararı veriyor demektir.
Yeni dünya düzeni ne yazık ki bu şekilde inşa ediliyor. Acı ama gerçek bu. Bizler ise şu anda bilmeden buna hizmet eden ve gelecekte (yaşayıp ölmüş insanlar olarak) birer istatistik veri olarak kalacağız.
Maalesef öyle. Ama ben buna direnmenin bir yolu olduğuna inanıyorum. Ancak biraz meşakkatli.
Teknolojinin insanı maddeleştiren, insanı eşyaya köle eden anlayış karşısında, dini ve kültürel köklere bağlı kalmanın ve bu kökleri günümüzde ve gelecekte yaşatmanın doğru olduğuna inanıyorum.
Kültürel değerlere sahip çıkma konusunda sizinle hemfikirim. Sözde sanayinin, ekonominin lokomotifi sayılabilecek ülkeleri teknoloji bakımından elbette takip etmeliyiz. Ancak bunu yaparken bizi biz yapan, kendi öz değerlerimizi de korumalıyız.