Şimdiye dek nedense böyle bir şey hissetmemiştim. Böyle hissetmeme neden olan şey ne diye sorsanız onu da bilmiyorum. Ancak öykü yazdığım için suçluluk duymaya başladım. Kulağa garip geldiğinin elbette farkındayım. Lakin nasıl anlatsam çok tuhaf bir durum işte.
Öykü dediğimiz nedir bir defa? Hayal ve gerçeğin bütünleşmiş hali değil mi? Sadece yazarın kendisi bilir neyin gerçek, neyin hayal ya da uydurma olduğunu. İşin hayal kısmını irdelemek istiyorum aslında biraz. Bir karakter yaratıyoruz (belki de gerçek) sonra ona çeşitli roller verip ip üstünde cambaz gibi yürütüyoruz.
Cambazı izleyenler ha düştü ha düşecek diye yüreği ağzına gelirken, cambaz bir şekilde karşıya geçiyor. Sonra da izleyiciler alkış kıyamet hayranlık duyuyor. Ama aslında ne cambaz gerçek, ne de o cambazın yürüdüğü ip. Aslında her şey sahte ve kurmaca. İşte beni huzursuz eden de bu.
Sanki zaman zaman insanlara gerçek olmayanı, gerçekmiş gibi yazmak onlara yalan söylüyormuşum gibi hissettiriyor. Amma yaptın kardeşim olur mu öyle şey? Adı üstünde öykü bu.. Gerçekler de olur, hayaller de diyeceğinizi biliyorum.
Ama ne bileyim işte yine de rahatsız ediyor bu durum beni.
Yaşar Kemal öykülerine baktığınızda öyle güzel betimlemeler var ki, buğday tarlasından bahsettiğinde sanki o tarlada dolaşıyormuşsunuz gibi bir his veriyor. Bu da tamamen gerçek olduğu hissi yaratıyor insanlarda. Kim bilir belki de gerçekten gerçektir. Belki de değildir. Belki de şimdiye dek yaşamış ve ölmüş olan tüm öykü ve roman yazarları dünyanın en usta yalancılarıdır. (Biraz ağır mı oldu ne?)
Geçenlerde durup dururken Emrah Serbes’in kitaplarından alıntı yapılmış sözleri okumaya başladım. Daha sonra malum olaydan sonra ceza evine girdiğini biliyorsunuz zaten. Ceza evinde yazmış olduğu mektubu okudum. Bir satırda Behzat Ç’den bahsetmiş ve şöyle diyordu :
”Ben Behzat Ç’yi her yerde yazabilirim. Tek elle şınav çekerken de, kontrol kalemiyle de. Çünkü elimden gelen tek iş yazmak. ”
Kurgusuna diyecek tek kelimem yok. Güzel bir kafası olduğunu da tartışmıyorum bile. Ama gerçekten merak etmedim değil. Hiç olmayan bir şeyi yaratmak onu sahnede ya da yazıya dökerek somutlaştırmak acaba kendisine hiç bunları (benim hissettiğim şeyleri) hissettirmiş midir?
Ucuz yalanlarım var. Yalan satıyorum ben diye çığırtkanlık edesim geldi birden.
Çok fazla abarttığımı düşünmüş olabilirsiniz. Ama daha yeni başladık.
Bu düşüncelerden sonra farklı bir sorunun kafamda kendi kendini doğurduğunu anladım.
O kendini doğuran diğer soru da şu :
Eğer hikaye ve romanlar birer yalan ve bunları yazanlar birer yalancıysa, alıp okuyan hangi konumda oluyor?
Bu da işin diğer boyutu işte.
Aslında tam rakı sofrasında edilecek muhabbetler bunlar ya neyse işte. Ortaya bir teori at ondan sonra 6 saat kafa patlat.
Alıp okuyanlardan bahsediyordum.
Acaba insanların bu yalan dünyaların içinde birazcık da olsa kaybolmaya mı ihtiyaçları var? Her şey sadece bu yüzden mi? Kitap oku ufkun genişler, yeni kelimeler öğrenirsin, tasvirler, betimlemeler vel hasıl iyi bir donanım ve birikim sahibi olursun laflarını hep duymuşuzdur.
Ama o kurgu içinde kaybolup giderken, zihne enjekte edilmiş tatlı bir virüs mü acaba tüm öyküler.
Kitap okumak kenarda duru versin hadi.
Hiç tanımadığınız bir adamın size geçmişinde yaşadığı çok ilginç bir anısını anlattığını düşünün. Hatta öylesine ilginç bir olay olsun ki bu, milyonda bir rastlanacak türden. Hele kendisi de iyi bir anlatıcıysa.
Onu can kulağıyla dinler, bütün dikkatinizi ona verirsiniz değil mi?
Hikayenin sonunda şöyle derin bir iç çektikten sonra, vay be dersiniz. Ve o an çok etkilenmişsinizdir.
Ancak daha da sonrasında hikayeyi size anlatanın şöyle bir şey dediğini düşünün :
Ya ben bunları sana anlattım ama aslında hepsini ben uydurdum. İşte tam o anda az önceki etkilenmiş yüz ifadesi yerini tam anlamıyla şaşkınlık hatta kızgınlığa bırakmaz mı? Çünkü karşınızdaki insan size resmen yalan söylemiştir. Kitaplardaki roman ve öykülerin tek farkı ise; okumadan önce bu yalanları kabul etmiş olmanız değil mi?
”Bana masal anlatma” sözü nasıl türemiştir mesela? Masal yalandır çünkü. Öyküler, romanlar da öyle. Ama istisnai durumlar olarak şöyle bir parantez eklenir : (Gerçek yaşamdan alınmıştır.)
Bu durumda okuduğumuz her şey az önce bahsetmiş olduğum istisna kitaplar dışında birer yalandan ibaret oluyor sanırım. Belki şöyle kurtarır öykücü kendisini. (Gerçeği en iyi şekilde yansıtan)
Oysa gerçeği en iyi yansıtan şey bile gerçeğin kendisi değildir.
Ortalama 75 yıl olan insan ömrümüzü düşünürsek; sanırım insan yaşamak için sürekli bir bahane aramaya programlı bir varlık. Kitaplar ve o kitaptaki öyküler de bu bahanelerden yalnızca bir kaçı.
Öykü yazdığım için bugün evet tam da şu an (28.06.2018 – 22.32) nedense suçluluk hissettim. Belki gelip geçici bir şeydir bilmiyorum. Ama yine de yazmak istedim. Belki de farkında olmadan yeni araladığım bir kapının eşiğinde duruyorumdur.
Kim bilir?
Umberto Eco abimiz-toprağı bol olsun- okur, kitabı eline aldigi anda okur ile yazar arasinda gizli bir anlasma olmustur, okur yazanlarin gercekligini sorgulamayacaktir, otomatik bir bilincle yapariz bunu der. Yani okur icin telaslanmamiza gerwk yok:) Ha, tabii bu çakal Eco abimiz ortalama okur kavramini da ortaya atmistir; yolda gördüğü dizi oyincusunu çevirip “arkandan iş ceviriyorlar abi” diyecek elemanlardan bahsetmiyor:))
Umberto Eco doğru demiş, güzel demiş. Lakin okur açısından oluşan kaygıya söyledikleriyle çözüm bulmuşken, yazarın kendi hastalığına bir şey dememiş.
Güldürdün beni. Demek yalan söylüyormuş olmak gibi bir suçluluk duydun. Belki bütun yazarlar, hayatlarının herhangi bir anında böyle suçluluk duymuşlardır. Bununla birlikte böyle bir duygunun insanı yazmaktan alıkoymayacağı kesin.
Belki hayal belki gerçek diyorsun ya okuyanlar herhangi bir satırın herhangi bir yerinde senin bile farketmediğin bir gerçekle yüzleşiyor olabilirler. Hep “Acaba gercekten yaşanmış olabilir mi?”sorusu kafalarında dolaşıyor. Neyin gercek neyin yalan olduğunu ise ancak yazar biliyor. Fakat kurgu bile olsa, hikaye ve romanlardaki karakterler, zihinlerde ete kemiğe bürunüyor. Sonra bazen o kadar gercek oluyorlar ki yazar bile onların zihnini okumaya başlıyor. Artık kendi duyguları, düşünceleri olan birer varlığa dönüşüyorlar. Buradan bakınca demek ki gerçekler.
Ya o dönem bir yazı okumuştum. Hayallerimizle oynayıp bize yalan söyleyenler gibi bir şeyler anlatıyordu. Sanırım onun etkisinde kalarak yazdım bunları da.
Yani empati kurunca az da olsa doğruluk payı var diye düşündüm.
Size şu anda da saçma geliyor ama hala biraz o duygu içindeyim.