Şu anda uzamış sakallarımı kesmek için lavaboda olmam gerekiyor. Ucuz jiletlerin bıraktığı bir kaç küçük kesik ile ardından sürülen limon kolonyasının cildimi yakması belki de hoşuma gitmiyor. Belki de sadece tembelliğimden dolayı, şu anda tıraş olmak yerine oturmuş bir şeyler yazıyorum. Az evvel elime aldığım Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı kitabın, yarım bıraktığım kısmından devam etmek istesem de, ortasında unuttuğum ayracın bana önceki sayfalara dair hiçbir şey hatırlatmadığını fark ettim. Bu şu demek oluyor : Ya tekrar başlamalıyım, ya da olduğu gibi bırakmalıyım. Olduğu gibi bırakmayı seçtim. Kitap okuma alışkanlığını hala kazanamamış olmanın verdiği eziklikle, kendimi bir kez daha ayıpladım.
***
Film izleyeyim dedim ama oturmuş blog yazıyorum ve neden bilmiyorum Al Pacino‘nun Çin kahvesi ve Jack Nicholson‘ın Çin Mahallesi adındaki filmlerini indirdim. İkisinde de isim benzerliği olduğunu biliyorum. Fakat bu durumu sadece tesadüf diyerek geçiştirmek istiyorum. Çünkü bu akşam planladığım şeyleri yapamazken (tıraş olmak, kitap okumak ya da film izlemek gibi) planlamadığım şey olan blog yazmak eylemini gerçekleştirirken buldum kendimi. Sahi içimizdeki bu ani dürtülere göre mi yaşıyoruz acaba?
***
Bugün gerçekten de merak ettim bu sorunun cevabını. Beş dakika önce cheesecake yemek istiyorsunuz ama, önünüze gelen bol çikolata soslu pastayı görünce cheesecake in pabucunu bir anda dama atıyorsunuz.
Tüm bunları boş verip ya da burada noktalayıp, bir an önce kitabın sonraki sayfasına geçmek istiyorum aslında. Hatta sayfa yarım kalacaksa altında kocaman bir boşluk bırakıp ve o boşluğun en altına editör notu olarak : yazar burada ne demek istemiş? yazmak istiyorum. Temiz bir sayfa her zaman umut kaynağıdır çünkü. Önceki saçmalıklar yoktur. Yazar artık tıraşını olmuş ve yapması gereken diğer tüm şeyleri yapmıştır. Asıl konuya girmek için hazır olan kahvesini almış ve sigarasını yakmıştır.
***
21/01/2017 saat : 01:45 – Kendime metal kulplu, ortasına cam bardak bulunan çay bardaklarından aldım geçen gün. Diğer kupa bardağım bulaşık makinesinde duş alırken, ben de kahvemi bu bardakta yapmaya karar verdim. Fakat kahve yaparken bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum. Bardak ölçüsü farklı olduğu için, kahve ayarını tutturamam diye endişeye kapıldım. Eğer çok koyarsam katran gibi bir şey olacaktı. Az koyarsam da, kahve yerine su içmiş gibi olacaktım. Damak tadımı tam olarak yakalayamamış olsam da, neyse ki o kadar da kötü olmadı. Yanına da şu taşa benzeyen çikolatalardan aldım, özel bir adı var mı bilmiyorum bu çikolataların, varsa da önemsemiyorum zaten. Benim için adı taş gibi çikolata.
***
Her şeyin güzel olduğunu düşündüğüm anda sırtıma bir yastık koydum ve kitap okusam mı diye ikinci kez düşündüm. Üşenmeyerek rafta gözüme ilişen Budala kitabını elime aldım. Bu kitabı satın almam bile ayrı bir olaydı zaten. Şu yazıda okuyabilirsiniz : Aynı andan birden fazla kitap okumak. Gözlerimdeki yorgunluğun yarattığı tatlı sersemliği düşününce, galiba okusam da bir şey anlayamam bu saatte diyerek Dostoyevski‘nin Budala’sını da kenara attım.
Affet beni Dostoyevski..
Kitapları böyle yarım bırakmak, diğer yarım bıraktığım onca şeyi düşünmeme neden oldu ve içimde ince bir sızı hissettim. Bu yüzden gece gece kederlenip : Hayatta bir şeyleri hep yarım bırakmak diye bir yazı daha yazdım. Her şeyden biraz anlayıp, hiçbirini tam yapamamak gibi. Sonuna kadar gitmek ve o sonda ne olacağını görmek tuhaf olurdu sanırım. Belki de sonu olmayan bir şeydir tüm bunlar. Ne bileyim yazabileceğim sürece yazmak sona ermez mesela. Gözlerim açık olduğu sürece, görmek sona ermez. Nefes aldığımız sürece, hayat sona ermez.
Bir kitap sona erer belki ya da bir film. Ama son olduğunu düşündüğüm anda belki içimde yeniden doğar diyorum. Bazen bir şeylerin paramparça olduğunu hissediyorum. Bazen de sadece gülüyorum olup bitenlere. Belki de Oğuz Atay‘ın tutunamayanlarından biriyimdir sadece kim bilir.
Şu şarkıyı dinleyip uyumak istiyorum artık..
Çok akıcı yazıyorsun Ayhan. Olduğun gibi, samimi. Kitap okuma durumunda benzerliğimizi yazmam lazım. Bir tek ‘bilinmeyen kadından mektuplar’ hariç (çok sarmıştı ve sayfa sayısı azdı) hiçbir kitabı tam okumadım. İyi geceler oğlum.
Estağfurullah Ece abla, Kendi çapımda öyle bir şeyler karalıyorum.
Kitap okumakta sıkıntı çektiğim doğru gerçekten. Yani ne bileyim o alışkanlığı bir türlü edinemedim. 30 sayfa bir kitabı okuyup bırakıyorum. Sonra başka bir kitap alıp 10 sayfa okuyorum. Ertesi gün daha başka bir kitap alıp onu okuyorum. Yani ne yapmaya çalıştığımı ben de bilmiyorum.
“Temiz bir sayfa her zaman umut kaynağıdır çünkü.” Hoşuma giden çok şey var ama bunu seçtim. Küçükken babam (sanırım on üç-on dört arasıydım) “Her hafta bir klasik okuyacaksınız!” dediğinde çok sinir olmuştum ona. Zaten isimlerini bilmem bundandır diye düşünüyorum. Ablam doğarken annem kitap okumuyordu herhalde ama babamın bize yüklenmesinde ondaki potansiyelin payı var diye düşünmeden edemiyorum. Önce elime alır baş, orta ve son derken bırakırdım nefretle. Ablama gidip, bana bir özet yazmasını yalvararak isterdim. Çünkü babamın ruh ikizi gibiydi, “okusan olmaz mı?” der, kızar sonra da kıyamazdı.
Özeti ezberlerdim. Hafta biter babamın odasında, çalışma masasının önünde dikilir,( sınıfta sözlüye kalkmak gibi)o kitap hakkında sorduklarına cevap vermeye çalışırdım. Ama adam öyle sorular soruyordu ki, hiç de ablamın ezberlediğim özetinde yoktu bunlar. “Bu böyle olmaz…” derdi. En sonunda bir gün “Baba niye zorla okutuyorsunuz, istemiyorum” dedim, korktum ama bir şey demedi.”Çık “dedi, yani “odadan çık!” demekti bu. Oh be demiştim.Ders çalıştığımıza şükretsin, nefret ettirmişti kitap lafından.
O nefret en sonunda, yani blog yazmaya başlayınca ve okumaya ihtiyacım olduğunu anlayınca sempatiye dönüştü. Şimdi kendimi sıkmadan okumaya çalışıyorum. Ama hâlâ aklım son sayfalarda 🙂
Neler hatırladım… Sıkıcı günlerdi onlar. Yazın çok iyiydi…