Şimdiye kadar yüzlerce yazı yazdım. Bunların bir kısmı araştırma, deneme vb. kategorilerde yer alan günlük tarzı yazılardan oluşurken, bir kısmı da şu anda okumakta olduğunuz türden iç döktüğüm, daha doğrusu kendi kendime konuşmayı yeğlediğim, adına da içimizdeki yalancı gibi tuhaf isimler verdiğim yazılardan bazılarıydı.
Peki nedir, kimdir bu içimizdeki yalancı?
Beş dakika önce şunu anladım ki; insan kendinden, daha doğrusu düşüncelerinden bahsederken pek de doğrucu olmuyor ya da olamıyor. Her neyse buna pek takılmıyorum zaten. Aslında takılıyorum (Çünkü az önce takılmadığım konusunda da yalan söyledim.) Mesela herhangi bir olay yaşadığımızda bunu en yakın arkadaşımıza anlatırken olayı sadece kendi görüş alanımızdan yorumlayıp, karşıda bizi dinlemekte olan insana da yine aynı şekilde aktarıyoruz. Aslında karşıdaki insanın bize hak vereceğini bildiğimiz için yapıyoruz biraz da bunu. Çünkü hiç tanımadığımız birine anlatmış olsak, karşımızdaki kişi belki de bizi hiç tanımadığı için anlattığımız olaya tarafsız bakarak bizi eleştirecek. Biz bu eleştiriyi kaldıramamaktan korkuyoruz. Ya da kendi içinde bulunduğumuz duruma, yine kendimizce haklı nedenler bulma çabası içine giriyoruz. Bilemiyorum bu belki de kendimizi psikolojik olarak daha iyi hissetmemizi sağlamakla birlikte, yalanla yaşamamıza da alışmamızı sağlıyordur.
Ölmekten korkmuyorum derken de aslında yalan söylüyoruz
Etrafımızda ölümden korkmadığını dile getiren yüzlerce insana tanık olmuşuzdur. Ancak şunu sormak istiyorum: Kişi daha önce deneyimlemediği bir şey hakkında nasıl kesin bir yargı ile keskin cevaplar verebilir? Eğer birisi karanlıktan korkmadığını söyleseydi muhtemelen daha önce karanlıkta kaldığını ya da olayı kendi açımızdan değerlendirerek karanlığın aslında korkulacak bir yanı olmadığını bildiğimiz için bu düşünceyi oldukça sıradan kabul ederek karşımızdakine inanırız. Fakat eğer birisi ölümden korkmadığını söylüyorsa orada dur deriz. (En azından sizi bilmesem de ben dur derdim.) Çünkü ölüm tek seferlik bir tecrübedir. Ve tecrübe edenin sonrasında hakkında konuşma, yorum yapma gibi bir lüksü de yoktur. Biz gerçekten de ölümden korkmuyorum derken aslında atıp tutuyoruz. Çünkü biliyorum ki o bize geldiği zaman, elleri belinde önümüzü kesecek ve yolumuza tükürecek. Bunları size anlatırken aynı yalana kendim de ortak olduğum zamanları düşündüm. Ben de bir insanım ve en az sizin kadar yalancıyım.
Bu yüzden ”ölümden korkmuyorum” derken, bir anlık kızgınlığın ya da tarif edemediğim daha farklı duyguların pençesine düştüğümü şimdi daha iyi anlıyorum. Montaigne’nin Denemeler adlı eserinde ölümden sık sık söz ettiğini gördüğümde bunları özellikle not aldım. Aynı zamanda bazı ünlü yazarların ölmeden önce bıraktıkları notları da şu yazımda derledim.
Bir gün meşhur Joker Karakteri hakkında bir yazı okumuştum.
(Heath Ledger‘in canlandırdığı jokerden bahsediyorum.) Adam gerçek anlamda o karakterin psikolojik olarak içine girebilmek için kendisini haftalarca bir otel odasına kilitlemiş. Bu bana şunu düşündürdü: Biz bir şeyler yazarken ya da anlatırken acaba hangi karakter ve rollere giriyoruz? Yazdıklarımız ne derece doğru? Sizler şu anda bu satırları okurken dünyanın dönmeye devam ettiğini söylesem buna inanırsınız değil mi? Evet sanırım inanırsınız. Çünkü bu evrensel yasalarca, bilimle kanıtlanmış ve artık kabul görmüş tartışılmaz bir gerçektir. Ama ben size az önce kadının biri kendisini ikinci kattan aşağı attı desem inanır mısınız? Bir düşünün bakalım…
Bence yine inanırsınız. Çünkü bunu ispat edemiyorsunuz, ben size çok basit ve en kolay şekilde bir yalan uyduruyorum ve siz de bu yalana inanıyorsunuz. Dolayısıyla benim yalanım sizin gerçeğiniz oluyor. Hayatınızda böyle kaç yalanla yaşadığınızı bilseniz belki de çıldırırsınız… Bu yüzden bilmemeyi tercih edersiniz. Ben de öyleyim. (En azından şu an bunları yazarken dürüst olayım istedim) Şu anda otuz yaşındayım ve otuz yıllık bir yaşanmışlığı düşününce sanırım içinde az çok yalan vardır diye tahmin etmek pek de zor değil. Peki ben o yalanların, gerçekten de yalan olduğunu bilmek istiyor muyum? İstemiyorum istemem de! Böyle daha iyi!
Çok sevdiğim yazarlardan biri olan Dostyoveski bilinç hakkında şunları söylemiştir:
Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık.
Ama şuna iyice inanıyorum ki, değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır.
Çünkü gerçekten ”bilinç” iyi bir şey değildir.
İnanın değil! Ne kadar bilinçli olursanız, o kadar duyarlı olmaya ve acı çekemeye başlarsınız. Bu yüzden insan gerçekten evrensel yasaların ya da matematiksel formülü olan gerçeklerin peşinden gitmek yerine, hep daha yüzeysel olan ve daha kolay yorum getirebileceği şeylerin peşinden gitmeyi daha uygun görmüştür. Birine bu yazdıklarımı anlatsam sanırım ne saçmalıyor bu deminden beri diye beni eleştirirdi. Belki siz de aynı düşüncedesiniz. Bunu bilemem. Bilmekte istemem. Çünkü yalanla yaşamak daha kolaydır. Bana ilgi göstermeyecekseniz, ben de önünüzde eğilecek sizi selamlayacak değilim zaten. (Şu anda tüm içtenliğimle söylüyorum bunları)
Aslında bunları çalakalem yazıyorum ama bir yandan da, kendi içimdeki yalancıya kızmıyor değilim. Belki de bu yüzden kısa öyküler yazmak işime geliyor. Hatta o kısa öykülerin baş karakteri benim de sizin haberiniz bile olmamıştır. Yani sizlere öykü adı altında yutturmuşumdur. Bunu bilmek sizde kızgınlık hissi uyandırırdı mı? Eğer uyandırdıysa size şöyle bir soru sorayım: Onları bir hikaye niteliğinde değil de, bugün başımdan şu olay geçti diye yazsam okur muydunuz? Ya da evrensel bir niteliği olur muydu? Şimdi siz de dürüstçe buna cevap verin. Size belki de bunu söyleyerek daha doğrusu bunu itiraf ederek nanik yaptığımı düşünüyorsunuz ama asıl naniği, mütemadiyen siz kendinize yapıyorsunuz. Çünkü siz de kendine yalancılardan birisiniz.
Bir insan düşünün…
Hayatını erdemli, dürüst, yardımsever ve güzellikle geçirmiş olsun. Sizce bu insanın son nefesinde hayatını özetleyeceği son cümlesi ne olurdu? Yapmak isteyip yapamadıklarını dile getirirdi belki, ya da kızgın olduğu birine niye o tokadı atmadığını sorardı kendisine, şimdiye kadar iyi olmakla eline ne geçtiğini, insanların aslında çok nankör olduğunu, hatta insanı tanımlayacak en özdeş kelimenin ”iki ayaklı düşünen bir nankör” olduğunu söylemez miydi? Benim düşünceme göre söylerdi. Size göre söylemezdi, belki de söylerdi. Başkasına göre düşünür ama söylemezdi, bir başkasına göre de düşünmez ve konuşmaz sadece sessizce ölürdü. Bunu asla bilemeyiz. Zaten öldükten sonra da pek esamesi okunmazdı. Ancak nankörlük üzerine bir iki şey daha diyeceğim. (Yok cidden söylemem lazım, çünkü söylemezsem, nankör diye adı çıkmış kedilerin vebali üzerimde olurdu.)
İnsan en az kendine nankör, en çok kendine yalancıdır!
İnsan kendine yalancıdır diyorum ya başından beri, hiç düşündünüz mü acaba bu adam neden sürekli bunu tekrar edip duruyor diye? Şöyle izah edeyim size: Şimdiye kadar hayatınızda size nankörlük eden muhakkak birileri olmuştur. Hatta o birileri öylesine nankördür ki, siz kendi hayatınızdan defettikten sonra başkalarına da başka nankörlüğü olmuştur. Dolayısıyla siz ve sizin gibi o nankörlüğe maruz kalmış diğerleri bu insandan nankör diye söz eder. Peki siz başkaları için nankör olmuş olamaz mısınız? Size haksızlık edildiğini, ya da yanlış anlaşıldığınızı düşünürsünüz ama sonuç itibariyle birilerine belki isteyerek, belki de istemeyerek bir nankörlüğünüz mutlaka olmuştur. İşte bu noktada ”hayır benim hiç olmadı” diyenleriniz, işte onlar içindeki yalancıya, ruhunu ve aklını tereddütsüz teslim etmiş olanlardır. Bu yüzden aslında en nankör ve yalancı olanlar da onlardır. Çünkü bu irrasyonel davranış biçimlerini uyduracak bir kılış bulamadıklarından daha kolay olan ”inkar etme” durumunu benimsemeyi kendilerine bir çıkar yol olarak görürler.
Anlayacağınız hepimiz biraz nankör ve çok yalancıyız. Öyle ki yalanlarımız bize içten içe kötü adam tiplemesiyle gülüp geçerken, onun kahkahalarını alaycı bir kukla gibi görüp önemsemiyoruz. Böylesine tutarsız ve uçarı bir davranış da, ancak biz insana yakışırdı zaten.
Eğer insanoğlunun bu irticai ruh halinden ve diğer anlamsız kaprislerinden, öfkelerinden, kıskançlıklarından ve nankörlüğünden bir kurtulma çabası olsaydı, o zaman dünyada akılcılık hüküm sürerdi. Peki insan içindeki yalancıyla yaşamayı niye bu kadar çok özümsüyor? Bunun adına ne demeli? Korkaklık mı, ihtiyaç mı ya da 21. yy insanının genel bir hastalığı mı bu? (Soruyorum çünkü cevabını ben de bilmiyorum)
Sizden bir şey istesem…
Kendiniz için bir otobiyografi yazmanızı istesem, kaçınız içinde tamamen hakikat dolu cümleler kurardınız? Bir yerde mutlaka kendinize söylediğiniz bir yalana beni de ortak ederdiniz. Bundan eminim. Eminim çünkü aynı soruyu kendime soruduğumda bile size tam anlamıyla hiçbir şekilde çarpıtılmamış hakikat içeren bir otobiyografi yazamayacağımı söylerdim. (Bakın en azından bu konuda size dürüst oluyorum.) Aynı zamanda içimizdeki yalancı yüzünden hiçbir otobiyografinin de muhakkak hakikati yansıtmayacağına, tamamen hakikat içeren bir otobiyografinin yazılmasının mümkün olmayacağına inanıyorum. Bir kelime bile olsa bir yerde mutlaka yalan söyleyeceksiniz. İşte ben bu yalanın nedenini merak ediyorum aslında. Ne yazık ki kendi içimde bile bulamıyorum bu sorunun cevabını.
Kim bilir gece yarısı yatağımda olmak yerine bunları yazıyor olmamın bir diğer nedeni de, içten içe duyduğum bu huzursuzluktur. Ama şuna da inanıyorum ki: İnsanın en yakınından hatta kendinden bile gizlemek istediği gerçekler vardır. Çoğu insan bununla yaşar. Yer yer hatırlar ama hatırlamamayı diler. Hatta daha uç noktalarda yaşayanlar böyle durumlarda sara nöbetleri bile geçirir.
İçimizdeki yalancı karşısında çaresizliğimiz diz boyu
Evet ne yazık ki öyle! Bir yandan içimizdeki yalancıyı kabul etmemiz, diğer yandan çözüm olarak onun karşısında hiçbir şey yapamamamız, bizi kendi kendimizin çaresizi yapar. Bu sanki nükleer bomba atmak üzere olan bir düşman karşısında, daha ilkel olan yay ve okla beklemeye benziyor. Abartmış olabilirim, en azından bunun bilincindeyim. Siz beni ”abartmış diye” eleştirmeden önce ben kendimi eleştireyim dedim. (Ama inadına silmeyeceğim bu satırı.)
İnsan bir şeyle mücadele etmesi gerektiğini anladığında, bunu anlamadan, öncesinde bir şeyin farkına varır. O da şudur: Farkında olduğu şeyin, ne kadar farkında olduğu… Maksadım kafanızı bulandırmak değil. Zira böyle bir çaba içerisinde de değilim. Henüz kanser teşhisi konulmamış bir hastanın, hastaneye ilk gittiği günü düşünün. Hastaya müdahale edilmeden, herhangi bir ilaç verilmeden önce o hastaya bir teşhis koyulur. Evet hastalığı bu ve tedavi edilmesi için de bunlar gerekli. Biz şu anda içimizdeki yalancı için bir teşhis koyduk ama tedavi süreci için ne yapmamız gerektiğini bilmediğimizden, bu bizi rahatsız ediyor. Bu yüzden çaresizliğimizin nedeni de, bilincinde olduğumuz şeyin, kendi bilincimizden bile üstün olmasıdır.
Yazdıklarımdan başından sonuna kadar ne anladınız bilmiyorum.
İçimizdeki yalancı sizin için ne ifade etti? Ben kafamın içinde dalgalar gibi dönüp duran düşünceleri ne kadar anlatabildim, ondan da emin değilim. Ancak sizlere anlık bir durum belirtmem gerekirse, dengesiz bir oturuşun ve eğilerek yazmamın ardından oldukça belim ağrımaya başladı. Sanırım bir yazarın söyleyecekleri de belinin ağrıma noktası kadar oluyor. Ama içimden keşke, daha fazla ağrıya katlanabileceğim, şevkle yazmak için mücadele edeceğim, hatta yine yazmak için kendimi parçalayacağım düşüncelerim olsaydı diye geçirdim. Ve belimin ağrımasına bile aldırış etmeden, acı içinde yazmaya devam edebileceğim. (Şu anda belki de yazacak kelimelerim tükendiği için bir bahane ile kaçış yolu bulduğumu düşünüyor olabilirsiniz.) Ama bu kez ne kendime ne de size yalan söylüyorum. Hakikati söylüyorum ben. Belim ağrıdığı için gidiyorum. Çünkü kendime yeterince yalancı olduğumu biliyorum.
düşünceler, henüz gerçekleşmemiş gelişi güzel ve ardı ardına açılan kapılardan ibarettir. bu sebepten içimizdeki yalancı değil, yabancı olabilir diye düşünüyorum.
harekete geçtiğinde ya da davrandığında duygusal olarak bir bilgiye ulaşacaksın. deneyim sana aradığın huzuru getiriyor olacak.
yazdıklarının başından sonuna kadar birilerine bir şeyleri anlatamadığını anladım. ve yorum yapmak istedim.
Ayrıca, yazmak sadece akılla ilgili değil, ruh ve bedende buna destek olmalı. meditasyon, yoga ve hayal gücü bir arada sana çok iyi gelebilir. yaratıcılığını beslemek için kendine iyi bak çıplak yazar.
üslup seçerken biraz tekinsiz olduysam affet. verdiğin mesaiye saygı duyuyorum ve iyi bir okuyucu olduğumu düşünüyorum.
sağlıcakla!
İşte ben böyle sizin gibi özgürce düşüncelerini söyleyebilen okurlar görmeyi istiyorum etrafımda.
Çünkü insanlar (en başta blog yazan kimseler) okuyucu tarafından takdir edilmeyi, alkışlanmayı ve pohpohlanmayı gerçekten çok seviyor. Dürüstçe yazılmış bir yorum ise; bir çoğuna itici geliyor. Emin olun benim bir çok blogda yorum yapmayı istemiyor olmamın bir nedeni de budur. Elbette konulara sürekli eleştirel açıdan bakmıyor ve değerlendirmiyorum. Ancak yeri geldiğinde ve eleştirecek olduğumda, bunu sadece düşünmekle kalıyorum. Düşüncelerimi açık açık yazamıyorum. Çünkü yazdığım taktirde ya karşı taraftan sert bir tepki alıyorum, ya da umursanmıyorum.
Yazımdan bir şey anlamamanız gerçekten önemli değil. Çünkü ben de yeterince anlatabildiğimden emin olmadığımı yazımda belirttim zaten.
Sizi burada sık sık görmeyi umarım.
Şimdi rahatça otur ve yazmaya devam et.
Bu yazının sebebi gerçekten günümüzdeki fıtratsal boşluk. Nedir fıtratsal boşluk?
İnsanın bu dünyada yaşadığı olayları sadece kendi insanı zihin kapasitesi ile çözmeye çalışıp, olayların arkasındaki sır perdesini göremeyecek kadar yapay düşünmesi.
Konu aslında dini noktada çözülüyor. Ama amacım dini duygularınızı harekete geçirmek ya da küçük bir vaaz vermek değil. Zaten bunun için şuan kendimi yeterli de görmüyorum.
İnsanın kendine yalan söylemesi. Nankör olması konusu kafamı çok kurcalamıştır. Bende kendime bir çok kez yalan söyledim. Etrafımdakilere söyledim. Bundan haz duyduğumda çok oldu.
Sonra Kuran okumaya başladım. Bitirdim. Tekrar başladım. Sonra tekrar.
Orada şunu gördüm. İnsanoğlu nankördür. Müminler müstesna.
Mümın demek Kuranı belirli periotlar ile devam ettiren katıp ederek hayatına uygulayan insan demek.
Bu şekilde uygulamaya çalışınca insanlığımın görünmeyen yüzünü farkettim. Yalan söylemeyen, buna gereksinim duymayan, hatta bunu sevimsiz bulan biri oldum.
Şöyle düşünün. Bir öğretmen bile geçimi olan işi yapmak için sürekli kendi bölümünü okuyor. Bilgilerini tazeliyor. Ve bu şekilde faydalı bir hayat sürebiliyor.
İnsanların bilmediği bir dünya burası. Her insan çoğu çoğu iki yüzyıl öncesine kadar net tarihi bir bilgiye sahip.
Dusunsenize bir doktor çıkıp bir bitkinin yararlı olduğunu söylüyor. On yıl sonra çocukluğumuzda sık sık tukettigimiz bir yiyeceğin zararlı olduğunu başka bir doçentten öğreniyoruz. Rantlar uğruna bilimsel çalışmalar değişiyor. Ve en önemlisi bu kadar bilgili olan insanlar bile bilerek ya da bilmeyerek yalan söylüyor.
Sistemler değişiyor. Kuramlar farklilasiyor.
Bu bağlamda insan yalan söylüyor. Nankör oluyor. Çünkü insanlık kavramını, Allah’a kul olmayı, kul olmanın bilincine erişince bunlara hiç gereksinimi olmayacağını unutuyor.
Çeşitli yerlerde okuyorum. Hepimizde bir sevgisizlik. İlgisizlik. Hepimiz kazık yemisiz. Hepimiz ümitsiz.
Fakat şöyle bir süzgeçten geçirince içimizdeki yalanci bu sefer doğru söylemeye başlıyor. Sende şurada hatalisin diye. Ama bunu insan olabildigimiz anlarda farkediyoruz.
Kuran’da okuduğum etkileyici bir ayette Rabbimiz buyurur: Kuranı okumayanlara biz şeytan musallat ederiz.
Yani şeytan görünen korkutucu bir varlık değildir. Sadece Kuranla kendini ve dünya döngüsünü keşfedememiş insanların zihinlerini meşgul eden bir düşüncedir.
Bu da insanların yalan söylemesine nankör olmasına gereksiz hırslarından ötürü kendini bile kandiracak derecede bir varlık haline dönmesine neden oluyor.
Allah yine buyuruyor ki: Kurandan yüz çevirenlere ayetlerimi yüzeyselleştiririm. Anlamazlar. Kalplerinde mühürlerim idrak edemezler.
İnsan Kur’an’ın geçmiş zaman hikayelerini anlatan bir kitap olduğunu düşünür bazen. Ama şöyle içten bir mealini okusanız oradaki geçen olayların kelime kelime Allah’ın anlattıkları olduğunu bilseniz ve peygamberlerimizin olaylar esnasındaki konuşmalarını inceleseniz işte orada gerçekten doğru ve yalansız sözlerin büyüsüne kapılacaksınız.
Sonra Kuranı hayatınızın her günü kısa kısa okuyacaksınız. Ve bu güzellik ruhunuzu saracak. Sonra devam eden günlerde kendi hayatınızdaki olaylara yön verirken elinizde okuduğunuz o ayetlerin yaşam sürecinizdeki tılsımlı yolculuğuna çıkacaksınız emin olabilirsiniz.
Doğruları söylemek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Allah’a emanet olun …
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim Hasan Bey.
Ancak ben her olaya (Kuran) çerçevesi dahilinde bakmayı doğru bulmuyorum. Nedeni ise; Kuran’ın bazı hususlarda yetersiz olmasıdır. Ben de okudum. Hatta bu yüzden Kuran’ı okumaları için ben de çevremdeki insanlara sürekli öneride bulunurum. Mesela Kuran’da arı, örümcek, karınca gibi hayvanlar geçer. Ama milyonlarca yıl hüküm süren dinazorlardan hiç bahsetmez. Bu sadece basit bir örnek. Bunun gibi yüzlerce insanın kafasına takılan, günümüz toplum ahlak kuralları ve yasaları ile hiç örtüşmeyen dayatmaları vardır. Ben insanlara bilhassa bu nedenle lütfen okuyun, araştırın hatta her ayeti kelimenin üzerine kafa yorun diye söylüyorum.
Allah ayetleri toplumun ahlak kurallarına uydurmak için değil; toplumları ayetlere uysunlar diye indirmiştir.
Bu şekilde düşünürseniz her yüzyılda bir Kur’an a benzer bir kitap inmesi gerekir ve o zaman iman etmeyen insan kalmaz herkes Müslüman olur.
Ayrıca dinazor vb. İnsanın evrendeki mahiyetini bilmek ve kavrayabilmek için okyanus kadar kitap olsa yine yetmez. Fakat Kuranın hükümlerini okyanuslar kadar anlatsan bitiremezsin.
Tabiki insanların farklı kaynaklardan yararlanması gerekir. Her insan düşüncesi diğerine anlam katar renk verir.
Ben baştaki bilgiden bahsediyorum.
Öğrendiklerini Kuran felsefesi ile analiz edilmesini kastediyorum.
Çünkü her insan ayrı bir dünyadır ve farklı bakış açıları vardır. Kuran’da yazanlar da dayatma değil toplumları düzene sokan ( insanın ilk gününden bugününe kadar gönlünün içinde sakladıklarını bile bilebilen Yaratıcıya ait olan) düzeni anlatmaktadır.
Özetle herşeyi okuyun. Takip etmeye çalışın sadece öğrendiklerinizi Kuran süzgecinden gecirin. Çünkü dünyada sadece zeki insanlar başarılı sayılsaydı bu kadar adaletsiz bir yer olmazdı burası.
“dünyada sadece zeki insanlar başarılı sayılsaydı bu kadar adaletsiz bir yer olmazdı.”aynen ölye.Kuran bize yön veren ve doğruya ulaşmayı sağlayandır.Size bu konuda katıldığımı söyleyemeyeceğim çıplak yazar.Hasan Beyin dediğine katılıyorum.Çevremde çok fazla var zeki denilmeyecek o kadar çok insan haketmediği yerdeki.
Ahh Hasan Bey ahh..
Ben ki sabahlara kadar zikir çekmiş, gece namazları kılmış, ardında namaz kıldırmış adamım.
Ben sizin bakış açınızı, düşüncelerinizi gayet iyi anlıyorum. Lakin siz benim düşüncelerime kapalısınız. Olaya hep kendi dar pencerenizden bakıp yorumlayacaksınız.
Kısacası ben sizin kulaklarınıza göre ağız değilim.
Haklısın çıplak yazar !
elinize sağlık
Malum hepimizde şartlar elverdiğinde kabuk değiştirir yolumuza bakarız ben artık buna hızlı yola gitmek diyorum. Makaleniz akıcı sıkılmadan okudum teşekkür ederim paylaşımız için
“İşte bu noktada ”hayır benim hiç olmadı” diyenleriniz, işte onlar içindeki yalancıya, ruhunu ve aklını tereddütsüz teslim etmiş olanlardır. Bu yüzden aslında en nankör ve yalancı olanlar da onlardır. ” Öncesini buraya geçmedim, tekrar okuyacağım çünkü. Bir yığın sebepten, gün boyu olayların ve olanların seyrine göre bin bir şekle gireriz. Yazdıkların bana çok anlamlı geldi. “Hiç yalan söylemem” yalanını aklı olan hiç kimse yutmaz. Bazen yetkili olan birinin karşısında, bazen kaybetmek istemediğimiz birine, çokça da kendimize yalan söyleriz.
Ben eskilerde çok konuşmayan biriydim ve ailemin içinde söylediklerim dikkate alınmaz diye (neden o kanıya vardıysam) susardım. Evlendikten sonra ise, karakteri bana hiç uymayan birini eş seçtiğimi anladım. Ona karşı genelde hırslı ama sessiz kaldım. Benimle geçinmek de zordu yani… Sonunda en küçük erkek kardeşim bir gün yaptığımız telefon konuşmasında beni o kadar kızdırdı ki, ilk ve müthiş kavgamı onunla yaptım. Her düşündüğümü söylediğim için çok rahatlamıştım.
İnsan kendisi hakkında yazarken tabii yanlı olur. Ama kendisini yerden yere de vurması beklenmemeli. Biz yine de yüzdeyi kollayarak ters düşeceğimizi bilsek bile açık sözlü olmalıyız. Yoksa kaygan zeminde yürüyor gibi hissederiz. Güzel bir düşünce yazısıydı.
Sağlıcakla kal oğlum.
“dünyada sadece zeki insanlar başarılı sayılsaydı bu kadar adaletsiz bir yer olmazdı.”aynen ölye.Kuran bize yön veren ve doğruya ulaşmayı sağlayandır.Size bu konuda katıldığımı söyleyemeyeceğim çıplak yazar.Hasan Beyin dediğine katılıyorum.Çevremde çok fazla var zeki denilmeyecek o kadar çok insan haketmediği yerdeki.
Merhaba sayın okuyucu,
Öncelikle değerli yorumunuz için teşekkür ederim.
Cevabınıza istinaden size sadece şunu sormak istiyorum : Orta doğuda huzur içinde yaşayan bir tane İslam ülkesi gösterebilir misiniz?
Çok keyifli bir yazı olmuş. Bilgi ve deneyimlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.