Herkes aslında bir kabulleniş ve başkaldırış ile yaşıyor. Babadan kalma marangozluk işini yapmak istemesek de geçimimizi sağlamak için devam etmek, kabulleniştir. Dağlara çıkmak, dünyayı keşfetmek sigortalı bir iş karşılığı yaşama sevincimizi satmamak ise başkaldırıştır. Ölüm anı geldiğinde bir şeyi çok iyi biliyorum ki, bazı insanlar yaşadığı hayata bakıp tebessüm ederken bazıları ise o korku ile yok olup gitmenin derin acısını yaşayacak. Siz tebessüm edenlerden mi olacaksınız? Yoksa diğerlerinden mi?
Gerçekten de o anda hayatım film şeridi gibi gözümün önünden akıp gidecek mi merak ediyorum. Aslında tüm bunları yazarken kendi ölümümle son dakikalarımı doldurmadan önce tebessüm edebilecek miyim onu da bilmiyorum. Sadece içimden geçenleri yazmak istedim hepsi o kadar. 40 yaşlarında bir işçinin bir yazısını okumuştum bir yerde ve şöyle diyordu:
”Hayatım sabah erken kalkıp işe gitmekle geçti. Şimdi düşünüyorum da biz yaşamamışız” diyordu. Kendini nasıl hissettiğini ve bunları nasıl söylediğini gayet iyi anlıyorum aslında. Kendi açımdan düşünmek gerekirse henüz kırkıma basmadım ama bunu biliyorum. Daha mı şanslıyım? Hayır hayır hiç sanmıyorum. Çünkü bunun farkında olmak bile huzursuzluk veriyor içime. Belki hiç farkında olmasaydım herkes gibi işime gider gelir ve hiç bir şeyi sorgulamazdım. Nitekim acı da çekmemiş olurdum. Dünya tamamen bir sömürü sistemi üzerine kurulu ve gerçekten de bunu bilmek içimi acıtıyor.
Hiç çalışmasak olmaz mıydı sanki diye düşünüyorum bazen.Ya da ne için çalışıyoruz diye soruyorum bazen kendime. Cevabını da pek bulamıyorum açıkçası. Birilerini zengin edip duruyoruz işte. Kendimizden verdiğimiz ödünler de cabası. Tarih en kötüleri ve kötüler karşısında durabilen adamları yazar. Bizleri değil. Çünkü bizler sadece gelecekte birer istatistik olarak kalacak olan sıradan insanlarız. Çünkü sürekli bir kabulleniş içinde yaşıyoruz. Haksızlığa susuyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diye düşünüyoruz. Ana yasalarımız insan haklarını korumak için yeterli değil. Aksine adaletin hakimin vicdanı ile cüzdanı arasında bir yerlerde sıkışıp kaldığını düşünüyorum çoğu zaman.
Buyurun size yaşanmış bir örneği:
Bir keresinde suça yardım ve yataklıktan 24 yıl ceza alan bir adam hakkında bir şeyler duymuştum. Adam için tutulan avukat 90.000 tl istemiş. Ne karşılığında mı? Tabi ki işlenilen suçun örtbas edilip adamın özgür kalması karşılığında. O an aslında adaletin satın alınabilir bir şey olduğunu daha iyi anladım. Bu yüzden ilahi adalete sığınmaktan başka bir çare de kalmıyor. Ama baktığımda onu da göremiyorum. Umarım bu yazdıklarımı sen de görüyorsundur Tanrım. Gerçekten insanlara baktığımda bazen yaralı atlara benzetiyorum. Acı çekmemesi için öldürülen atlara. Bu yüzden de tüm insanlığı bir anda katletmek geçiyor içimden. Biliyorum belki en büyük günahı işlemiş olurdum ama hesap vermem gerektiği anda şöyle söylerdim. O insanlar zaten acı içinde kıvranıyordu ben onlara yardım ettim.
Sudan boğulan balıklara benziyoruz çoğumuz.
Bir olta ağzımıza takılsa da bizi boğulmaktan kurtarsa diye bekliyoruz. Her gün şehitler veriyoruz.. Öylesine alışır olduk ki şehit haberleri görmeye sıradanmış gibi geliyor. Havai fişek atılsa bomba patladı sanıyoruz. Öylesine huzursuzlaştık ki milletçe. Korkuyoruz ve bu korkuyla birlikte yaşıyoruz. Kıytırık işimizden bile rest çekip ayrılmaya cesaretimiz yok bizim. Aç kalırız diye korkuyoruz. Bir sonraki ayın elektrik faturasını ödeyememekten korkuyoruz. Çocuklarımız için korkuyoruz. Başkaldırmamız gereken yerde hep korkuyoruz ve bir şeyleri sineye çekip kabulleniyoruz.
Bazen ben de memuriyetin beni robotlaştırdığını düşünüyorum 🙁 Sorguladığım dönemlerde bu yazı denk geldi 🙁
Sorgulayınca insan neden nasıl sorularına yanıt bulmak istiyor. Yanıtlar da hep insanların içini acıtıyor. En azından cümlelerinizin sonuna koyduğunuz 🙁 işaretinden öyle anladım. Keşke hiç bilmeseydim diyorsunuz sonra kendi kendinize.
Bugün merak ettim sizi,yazmayacak mi artık dedim kendi kendime ..Siz de yazdınız bu akşam öyle bir yazdınız ki içimdeki ses "git hemen çay demle"dedi…Bazen deli cesareti gerek,deli.
Çok teşekkür ederim değmesin yağlı boya. Sizin gibi bir kaç samimi okuyucu bana yetiyor inanın.
Farkındalık hassasiyeti de beraberinde getiriyor.Kabulleniş sadece değiştirmek istediklerimize hazırlık safhasında güzel.İşini bırakabilme cesaretini gösterenlerdenim.Ama bunu gurur olarak söylemiyorum.Gurur duyduğum tarafı, yaşam biçimi olarak seçilenle, araç olanı ayırabilmekte.
Ben de özlemiştim yazılarınızı…
Ben de özlemişim beni okuyan samimi insanları. Teşekkür ederim.
Hayat zor, insan yaradılışı esası ile zor, galiba düşünebilen varlık özelliği insanın cellatlaştıran, keşke sadece düşleyebilen ama düşünemeyen varlıklar olabilsek.
Biliyor musun Ruhsuz bunu ben de düşünmüştüm. Yani düşünebilmenin bir lütuf mu yoksa ceza mı olduğunu sorgulamıştım kendimce. Sonuç neydi bilmiyorum ama konuyla ilgili bir şeyler karaladığımı hatırladım.
Düşünebilmek bir lütuf mu yoksa ceza mı?
Malesef" yanıtlar can yaktığı" için savunma mekanizmalarına sığınıyoruz.Güzel bir konuya değinmişsiniz
Okuduğunuz için teşekkür ediyorum Nurcan Hanım.
Öyle bedenime işlemiş ki çalışmak, ara ara aklımdan geçiriyorum, hayallerimi gerçekleştireyim derken çalışmazsam çıldırırım diyorum. Bunun arkasına sığınan bir ben, hayallerini öteleyen bir ben ve muhtemelen ölmeden evvel korkuyla gözlerini kapayacak olan yine bir ben. Ellerinize sağlık.
Ben de sizin gibi hayallerini erteleyen bir insanım. Halbuki baktığınız zaman denilen şey anahtar deliğinden süzülen duman kadar hızlı geçiyor.
O işçinin "biz aslında yaşamamışız" demesi… İşte bundan korkuyorum. Çoğumuzun yaşamı hep aynı, ev-iş… Varla yok arasındayız, fikirlerimizle yokuz. Birilerinin cebini doldurmaktan, kendimize, düşünmeye vakit ayıramıyoruz. Tebessümle gidenlerden olmak isterdim, bunu deniyorum, o işçinin dediğinin aksine yaşamayı deniyorum ama, zor… kaleminize sağlık, efendim…
Canarva savaşırken canavara dönüşüyoruz hepimiz.