Sizlere daha dün yaşadığım bir olayı anlatayım. Aslında bu olayın kaleme alınacak türden çok da önemli sayılabilecek bir yanı yok gibiydi ama bugün denk geldiğim bir söz üzerine yazma ihtiyacı hissettim.
Akşam saati işimden çıktım ve dolmuşa binmek üzere her zaman beklediğim durağa gittim. Beş, on dakika sonra da dolmuşum geldi ve dolmuşa atladım. Evet aslında tam olarak atladım. Çünkü ben binmeye çalışırken dolmuş hareket etmeye devam ediyor ve dolmuşçu benden ”bunu başarabilirsin dostum” bakışıyla ekstra bir çaba bekliyordu.
Yüzünü kara çıkarmadım. Atladım! Neredeyse düşüyordum ama kazasız belasız dolmuşa binebildim. Kedi hırıltısını andıracak cinsten 400-600 hertz frekansında birazcık söylendim. Söylenmem kendi içimde var olup yine kendi içimde yok olurken, su üstünde süzülen kağıttan gemiler gibi ufak ufak kayboldu ve bir iki dakika sonra da tamamen dibi boyladı. Bir şey demeli miydim? Evet. Ama demedim işte. Sadece sustum.
Derken bir iki durak sonra dolmuşa farklı yolcular daha bindi. Yolcular kartlarını okutup, kartı olmayan son müşteri elindeki onluğu şoföre uzatırken yaşlı bir amca belirdi dışarda. Dolmuşun açık olan kapısına tutunup binmeye çalıştı. Dolmuşçu o anda -dolu amca dolu… diyerek bu yaşlı amcayı almadı. Aslına bakarsanız dolu da değildi. Çünkü bir sonraki durakta dolu dediği dolmuşa tam yedi kişi daha almıştı.
Kart basmayacağını mı düşündü, üstü başı kirli diye mi… Yaşlı amcayı tam olarak hangi sebeple, neden almak istemedi bilmiyorum. Ama dolmuş ilerleyip yaşlı amca geride kalırken, kendimi dolmuş arkasından bakakalan ve o anda sinirden ”Allah senin belanı..” diye halk dilinde oldukça sık kullandığımız bedduayı yapıştıran adamın yerine koydum.
Vay beee!
İşte… İşte bu toplumun biz ele ayağa düşünce bize vereceği değer bu kadar. Dolmuşa bile binememek. Dahası dolmuştaki hiç kimsenin bu duruma itiraz etmemesi de şaşırtıcıydı. Nitekim şu sorular sorulabilirdi pek sayın şoför abiye: Yaşlı amcayı neden almadınız? Neden dolu dediniz ve dolu dediğiniz dolmuşa sonrasında 6-7 kişi daha aldınız? Sormadık… Ve sormadım… Sorabilir miydim? Evet. Sordum mu? Hayır. Yine sustum mu? Sustum!
Dıştan ne kadar sustumsa aslında içten hep o kadar çok konuştum. Üfff öyle böyle değil. Kendimi alıp duvara yapıştırıyor, sağlam bir kroşe ile sağ kaşı patlatıyor, sonra mideye bir diz, bir yumruk daha… Öte yandan da iletişim kurmak zorunda olduğum şoför ve toplumdaki benzer kalıptaki insanları düşünüyorum.
Hani size yazının başında bir sözden bahsetmiştim ya yeri gelmişken iliştireyim.
“Tartışma çıkmasın, kalbi kırılmasın, kaybetmeyeyim” diyerek gereken tepkiyi veremediğiniz her olayda, biraz daha değersizleşir ve öz saygınızı kaybedersiniz..
— tunç tataker (@tunctataker) August 23, 2022
..bazı kavgalar çıkmalı, bazı kalpler kırılmalı ve bazı insanlar kaybedilmeli. Bu, hayatın kendini yenileme yoludur.
Tunç Bey, bu arada gerçekten severek takip ettiğim insanlardan biri. Ama dün yaşadığım bu olay ve üstüne denk geldiğim bu söz beni gerçekten çok etkiledi ve düşündürdü. Eğer olaya Tunç Bey’in tarafından bakacak olursak adam doğru söylüyor diyoruz. Peki adamın doğru söylüyor olması pratikte bu toplumda uygulanabilir bir gerçeği ne kadar yansıtıyor? Kısaca diyeceğim şu ki ben her iki olayda da susmak yerine şoföre tepki gösterseydim olaylar benim ve o sırada yanımda bulunan diğer insanlar için nasıl gelişirdi?
Hayali öngörülerim şöyle:
- İyimser: Şoför ilk olayda (araca binmeye çalışırken düşecek olmam) abi kusura bakma dakikam kalmadı o yüzden biraz acele ettim deyip ılımlı davranabilirdi.
- Az iyimser: Şoför ikinci olayda (yaşlı amcayı almaması) araç dolu kardeşim görmüyor musun, nereye alacağız diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışabilirdi. Ki bu durumda bana yeniden söz hakkı doğacağı ve aslında aracın o adamı alacak kadar boş olduğunu söyleyeceğim için konu saçma bir tartışmaya dönüşebilirdi.
- Daha az iyimser: Şoför ilk olayda ”binmen için senin keyfini mi bekleyeceğiz” gibisinden abuk bir cümle kurabilir ve sonrasında bana söz hakkı doğacağı ve muhtemelen vereceğim cevap hoşuna gitmeyeceği için şiddete başvurabilirdi.
- Daha daha az iyimser: Şoför ikinci olayda sana ne kardeşim ister alırım ister almam. Keyfimin kahyası mısın gibi bir cümle ile başlayıp, git bildiğine şikayet et gibisinden pişkin bir cümle ile devam edebilir ve sonunda şayet susmayacak olursam şiddete başvurabilirdi.
Tabi bunlar sadece öngörüler…
Bu iki olayı da boş verip hayatımızda kaç kez, kimlere, neler için sustuğumuzu düşündüm. Şimdiye dek susarak doğru mu yoksa yanlış mı yaptık acaba? Aman olay çıkmasın, bu şimdi beni yanlış anlar, gitsin belasını başkasından bulsun ben bulaşmayayım… gibi iç sesler silsilesinin asla dışa vurmayan, bastırılmış haller yığınının nasıl bir dağa dönüştüğünü düşündüm. Acaba gerçekten doğru mu yaptım-yapıyoruz?
Kadir Şeker davası mesela. Emsal bir karadı ve insanların toplum içindeki davranışlarını, özellikle de benzer durumlarda ”bana dokunmayan yılan bin yaşasın, kimin ne hali varsa görsün” düşüncesini zihnimize kazımış oldular. Artık kimse sokak ortasında kadın döven adamlara! karışmak istemiyor. Sıradan iki kişi sokakta kavga etse bile etrafında yirmi kişi toplanıp sadece kameraya çekiyor. (Bkz. Seyirci Etkisi) Olayın görüntülerini sosyal medya üzerinden izleyenler de ”ulan ben olacaktım ki öylece duracaktım… kesin müdahale ederdim, kesin dalardım” diye söyleniyor.
Aslında o da kameraya çekerdi ama bunu kendisi de bilmiyor. Çünkü bu ülke hasta! Üzgünüm ama gerçek bu. Tunç Bey’in atladığı nokta da bu bence. Tartışmak, susmamak erdemli bir davranış ama bu savaş adil değil. Canavarlar bizden sayıca çok fazla. Hangi biriyle baş edelim? Hangi birine laf yetiştirelim?
Bu ülkeyi insan olarak hayal edecek olsam şunları söylerdim:
- Sağlıklı beslenemiyor. (Ekonomik sıkıntılar)
- Çok yoruluyor. (Ağır çalışma koşulları)
- Sürekli öfkeli, gergin ve endişeli. (Gelecek kaygısı)
- Vücudunun çeşitli bölgelerinde yaralar çıkmış. (Sığınmacılar)
- Beyindeki sağlıklı nöron sayıları azalıyor. (Beyin göçü)
- Okumayı sevmiyor, eksikliğini hissetmiyor. (Hayat okulu mezunu)
- Psikolojik desteğe ihtiyacı var. (Hasta, hasta olduğunu bilmiyor. (Biri raporlarını önüne koyup hasta olduğuna ikna etmeye çalışsa, bunu kabul etmesi zaman alabilir.))
Şimdi karşınızda böyle bir insan olduğunu hayal edin! Herhangi bir konuda bu insanla tartışmak ister miydiniz? Bana niye yan baktın diye adam vuruyorlar bu memlekette. Biz bu insanların hangi biriyle, kaç kez tartışacağız? Kim bilir fiziksel ve psikolojik olmak üzere kaç hasar alacağız? Dahası bu yaralarımızı sararken alay konusu bile olup, adalet arayışı gibi süreçlerimizde yalnız kalacağız, yalnız bırakılacağız.
Demem o ki; olaylar karşısında insanın biraz daha değersizleşmesi, arkasından anasının ağlamasından iyidir.
Ülkemizi ne güzel betimledin. O bahsettiğin figür zihnimde beliriverdi Çıplak’cığım. Lakin benim yeni nesilden biraz olsun umudum var :’)
Zaten hepimiz o biraz dediğimiz umut kırıntısıyla dayanıyoruz.
Gün geçtikçe yaşanmayacak bir dünyaya, ülkeye uyanıyoruz. O kadar alışmışız ki bana dokunmayan yılan bin yaşasın demeye, susa susa yitiriyoruz değerlerimizi, benliğimizi. Biz böyle değildik diyeceğimiz bir sürü olaya şahit oluyoruz her gün ve ahkam kesmelerimiz hiç bitmese de asla o ahkam kestiğimiz tavırların kıyısında geçmiyoruz, ufacık bile olsa sesimizi çıkarmadan uzaklaşıyoruz. Katıldığım bir görüş bu, hak veriyorum size. Umarım bu durumdan geri döneriz diyip bekliyorum ben de ama pek umutlu değilim bu konuda, ben daha kendimi değiştirememişim ki toplum değişsin diyorum. Teşekkür ederiz, bu konuda ses çıkardığınız için, bence bunu yapmak da gerekli, bu susmamanın bir göstergesi.
Bu yazının bir ses çıkarma olduğunu düşünmedim yazarken. O yüzden ses çıkarmış da saymıyorum kendimi.
Sadece başkalarına çuvaldızı batırmadan, kendime iğneyi batırayım dedim.
Değerli yorumun için ben teşekkür ederim Özlem.