Kendimi hayli yorgun hissediyorum. Aslında güne pek böyle miskin olarak başlamam. Neyse bari, madem uyandım artık, yataktan kalkayım iyisi mi. Yataktan istediğin saatte kalkmak kadar güzel bir şey yoktur sanırım hayatta. Eğer varsa da, o da kalkar kalmaz kolları iki yana açıp gerilmek olmalı.. Aklıma gelmişken unutmadan şu ocağa çayı koyayım ve çay hazır olana kadar diğer odadaki çiçekleri sulayayım. Dün geceden beri kafama takılan soru ile boğuşuyorum aslında. Fakat şu an için, sabah çayı ve güzel bir kahvaltıyı daha fazla düşünmek istiyorum. Hava da amma karlı, işin yoksa bu soğukta ekmek almak için dışarı çık. Ben mi fazla tembelim acaba? Yok canımm. Kendime haksızlık etmeyeyim haftanın altı günü 12 saat çalışıyorum. O kadarcık da nazlanmak hakkım. Sokaktaki insanlar belki deli diyecekler ama, o kar botunun bağcıklarıyla uğraşamam şimdi diye terliklerimle çıktım dışarı.
Bir ekmek ve iki yumurta almak için bakkala girdim. Her zamanki gibi yine hürmetkarlığı üstünde bakkal Eşref abinin. O söylemiyor ama ben biliyorum nedenini. Geçen ay tüm borcu kapattık ya yüzü gülüyor tabi. Başka neden olacak. Yoksa o asık suratına aşinalığım çoktur. Bir an ocaktaki çayı hatırlayıp hızla bakkaldan çıktım. Çorabımın ıslanacağını biliyordum ama, biraz da kendim kaşındım. Bu karda terlikle dışarı çıkılır mı arkadaş? Neyse hem değiştirecektim zaten. Kirli sepetine ha kuru gitmiş, ha ıslak ne fark eder ki?
***
Kapı önüne geldim gelmesine ama, anahtarı almayı unutmuşum. Kapıyı da çektik iyi mi? Tüh ocakta yanıyor. Ne şapşal bir adamım ben. Altımda eşofmanlar, elimde bir ekmek ve yumurta, ıslanmış çoraplarımla kapı önünde kala kaldım. Ne yapsam ki? Belki bir merdiven bulurum ümidi ile açık olan pencere var mı diye dışarıdan kontrol ettim. Ama yok, ne gezer. Hem kış vakti bir evin penceresinin açık olması da tuhaf olurdu zaten. Açık olabilir mi diye düşünmek daha da tuhaf ya neyse. Ocak açık olmasa bu halimle gider bir çilingir çağırırdım ama, çilingirciyi de nerede arayıp bulasın şimdi.
Kapı ahşap olduğundan son çare kırmaya karar verdim. Bir an Metin Akpınar’ın Aslan Bacanak filmindeki kapı kırma sahnesi geldi gözümün önüne. Daha önce kapı kırma deneyimim olmadığı için, bende aynen öyle filmdeki gibi yapayım dedim. Beş-altı adım geriye çekildim ve hafif göğsümü şişirip sağ omuzumu öne çıkardım. Hızlıca koşarak kapıya daldım. Kırılmadı ama ramak kaldığını anladım. Çünkü anahtar yerindeki kapı dili vidaları gevşemiş ileri- geri boşluk oluşmuştu kapıda. İkinci kez geriye çıkıp öyle şiddetli vurmama gerek yoktu. O yüzden bende hemen kapı kolundan tutarak hafif omuz darbeleriyle kapıyı zorladım. En sonunda kapı daha fazla dayanamayıp dil kısmından kırılmıştı. Biraz masraf çıkardı ama olsun. Hemen mutfağa geçtim ve ocağı kontrol ettim. Neyse ki su kalmış çaydanlığın altında. Biraz daha su ekledim ve tekrar beklemeye başladım.
***
Bir saniyeliğine yumurtaları düşündüm ve kısık sesle bir küfür dile getirdikten sonra, elimi cebime attım. Yumurtaları montun cebine koymanın pek de akıl karı bir iş olmadığını anladım. Anlaşılan yalnızca kapıyı değil, yumurtaları da kırmışım. Ne berbat bir gün böyle. İyisi mi ekmek arası domates, salatalık falan yiyeyim. Hem yumurtayı hiç sevmem ben.
Kahvaltımı yaptıktan sonra dün akşam edebiyat kulübü derneğinden almış olduğumuz yüce vazifeyi gerçekleştirmek üzere bilgisayarımı açtım. Sigara ve kahvemi aldığımdan en azından biraz da olsa, keyfim yerinde gelmişti. Dilaver’e Veda adında bir öykü yazmam gerekiyor. Fakat ne ve nasıl yazacağıma dair en ufak bir fikrim bile yok. Kahve bitimine kadar iki sigara bitirmiş, fakat tek bir satır bile yazamamıştım. Sonunda en iyisi ben bu Dilaver’i sokakta arayayım diye evden çıkmaya karar verdim.
Dışarısı da amma soğuk, araçların çoğunda ise kar nedeniyle zincir takılı. Ben de mi bir zincir taksaydım acaba şu botların altına? Yine saçmalamaya başladım. İyisi mi şu şehir merkezinde olan parka yürüyeyim.
***
Belki bir Dilaver’e rastlarım. Parkta pek insan yoktu. Gerçekten deli olmalıyım ki? Dilaver için bunca zahmete girdim. Fakat yine de gelip geçmekte olan insanları da Dilaver olabilir mi diye uzaktan gözlemliyordum. Mesela şu kestane pişiren seyyar satıcı, ya da şu kar selfiesi çeken çocuk. Yok yok. Seyyar satıcı daha çok Mülayim’e benziyor. Çocuk da olsa olsa Murat Boz çakması bir ergen. Böyle Dilaver mi olur Allah aşkına. Umutsuzluğa kapılmak istemiyordum ama Dilaver’i de bulabileceğimi pek sanmıyordum. Bir sigara yaktım sonra. İleride duran şemsiye satıcısı bey amcanın yanına yaklaştım. Adam ağzındaki sigara ile öylesine bütünleşmiş ki, yanan sigara sakalları ve bıyığı arasında kaybolmuştu. Üstüne başına bakılırsa da, çok fakir olduğu her halinden belli. Benimki de laf işte, bu karda kışta hangi varlıklı insan şemsiye satar ki? Yaşlıların çok konuştuğunu bildiğimden, konuya bodoslama dalmadan, sanki alacakmış gibi şemsiyeler ne kadar diye sordum. Bey amca bir yandan fiyatları söylüyor ama, ben nasıl konuya gireyim diye düşünüyorum. Sonrasında bir şeyler söylemem gerekiyordu. Elime en ucuzundan bir şemsiye alarak, ya amca bunlarda pek kaliteli durmuyor gibisinden bir söylemde bulundum. Bu fiyata bu kalite diye atladı hemen. 5 lira bir şemsiyeye çok mu diye de sitem etti iyi mi.
***
İhtiyacım olmamasına rağmen o 5 liralık şemsiyelerden birini aldım. Parayı uzatırken de o muhabbetin devam edebilmesi için, eee amca memleket neresi diye sordum. Sivas diye yanıt verince, hiç fırsat vermeden nasıl soğuk mu oralar diye ikinci sorumu ardından yapıştırdım. Bey amca gelen sonraki müşteri ile ilgilenirken, beni de duymamazlıktan geldi. Doğrusu biraz içim burkuldu ama, kendimi onun yerine koyunca, her şemsiye alanla böyle sohbet etsem, şemsiyeyi alan adamın kafasında kırardım diye düşündüm. O yüzden de neyse amca hayırlı işler diyerek oradan uzaklaştım.
Demek ki, bu Dilaver bir şemsiye ya da kestane satıcısı değil. Parkta oyalanmayı bırakıp, yol üstünde bir kafeteryaya girdim ısınmak için. Üstümde pek para olmadığından milli içeceğimiz olan, çay söyledim garsona. Neden bu kadar tribe girdim açıkçası bilmiyorum. Dilaveri’i bulamadım ama en azından çabaladım derim yarın sabah. Hocada varsın parmakla göstermeyi versin beni. Garson çayımı masaya bıraktığında, o eşek arısı sokasıca dilimi tutamayıp garsona sordum. Pardon Dilaver adında bir tanıdığınız var mı? Anlamadım abi pardon deyince de, iyice saçmalamış olduğumun farkında varıp, yok bir şey sesli düşünüyordum sadece deyip geçiştirdim.
***
Havanın kararmasıyla içmiş olduğum üç bardak çayın hesabını ödeyerek kafeden ayrıldım. Saat hayli geç olmuştu. Yürüyecek takatim de kalmamıştı açıkçası. Otobüs durağına giderek beklemeye başladım. Yaklaşık kırk dakika bekledikten sonra, o otobüsün gelmeyecek olduğunu anladım. Kaldık mı şehrin göbeğinde böyle. Taksiye bineyim desem param çıkışmaz. Öyle ağız eğip minnet etmekte huyumda yok. Üstelik Dilaveri’i de bulamadım. Teselli bulduğum tek şey, eve kadar yürürken içebileceğim kadar sigaramın olmasıydı. O yüzden ilk sigaramı çıkardım ve hadi bakalım tabana kuvvet diyerek evin yolunu tuttum. Kara her bastığımda o çıkan ses hoşuma gidiyordu ama bir yandan da soğuktan gebermeden eve varayım diye çabalıyordum. Bir yandan yürüyor, bir yandan da Dilaver’i düşünüyordum.
***
Karda öylesine cesur adımlarla ilerlemek her babayiğidin harcı değildir amma, bu cesaretten ziyade düşme korkusuymuş meğer. Popo üstü yere çakılana kadar bunun farkına varamamıştım. Fakat düşünce iyice sinirlendim. Ulan Dilaver bunların hepsi senin yüzünden başıma geldi. Sabahtan beri başımda kara bir musibet gibi dolaşıyorsun. Sonra durup gülümsedim. Hatta kahkaha atmaya başladım. Çünkü bir an sakın bu Dilaver ben olmayayım diye kendimce söylendim. Tabii yaa. Dilaver’in kendim olabileceği, hiç aklıma gelmemişti. Doğru doğru Dilaver benim.
Ayağa kalktım ve montumun arkasına yapışan karları elimle temizledim. Sonra da neşeyle yola devam ettim. Yüzümdeki o salak gülümseme yol boyunca devam etti. Durmadan da kısık bir sesle tekrar ediyordum. Dilaver benim. Dilaver benim. Benim adım Dilaaaver. Fakat Dilaver’e bir veda etmem gerekiyor. O yüzden bunca olan kötü şeyden sonra, bugün Dilaver olan kendime veda ettim ben de. Eve varır varmaz da bilgisayarımı açtım ve hikayemi yazmaya başladım.
Dilaver’i ararken Dilaver olduğunu anlamak..
Çok şekersin.Ben en sonra başka bir Dilaver bekliyordum 🙂
Ne yalan söyleyeyim ben de ortalarda öyle zannediyordum. Sonunda kendim olduğunu bende sizin gibi sonradan öğrendim. 🙂
Kalemine sağlık Ayhan. 🙂 Akıcı, samimi ve gülümseten bir öykü olmuş. Gerçekten öyküyü yaşadım. Kapıyı kırmaya çalışırken gözümde canlandı, kestaneci amca ve şemsiyeci amcayı gördüm, buz gibi havada yürüdüm, yere düşünce güldüm ve en son "Dilaver benim." ile hem şaşırdım hem de mutlu oldum.
Bence kesinlikle öyküler yaz. Ben kitap olur diyorum. 🙂 Ayrıca Sabahattin Ali'nin öykülerini tavsiye ederim. Sevgiyle…
Teşekkür ederim Sen. Beğendiğine çok sevindim. ayrıca yazmama vesile oldugun için de ayrıca teşekkür ediyorum.
Güzel bir hikayeydi. Zevkle okudum.
Motive edici yorumun için teşekkür ederim Cem. Sonraki hikayeleri de artık zevkle yazabilirim.
heyecanla okudum 🙂 ve sonundaki cümle blogsözlüğe yakışır gibi geldi :=)
Bana da öyle geldi. 🙂 Ama sonunu bende bilmiyordum biliyor musun yazarken.
Çok akıcı ve merak uyandırıcı bir öykü olmuş. Sonuna kadar acaba Dilaver çıkacak mı diye bekliyor insan. Kalemine sağlık.
Teşekkür ederim Yasemin. Bazı teknik konularda eksiklerim var öykü yazarken ama onları da zamanla gidereceğim diye umuyorum.
Off..İyi ki öyküymüş. Islak çoraplar, kırık yumurtalar, kapıya omuz atmalar..İçim daraldı da.
🙂 için mi daraldı? Ben çok keyif alarak yazmıştım oysa.
yazım tarzınız çok güzel. dilaverin yaşam kesitleri kitaplaşsada raflar da da görsek
Çok teşekkür ederim. Umarım bir gün o da olur 🙂
Son iki paragraftan önce siz Dilaver siniz işte dedim içimden, arkası geldi. Bazen yazmak tüme varım tümden gelim türünde bir ortaokul bilgisinde çözümleniyor, belki de bunun afilli bir adı vardır edebiyatta, ben bilmiyorum. Hemen mekanın ve anın içine girilen yazılardan olmuş..
sen bir efsanesin