Geçen gün mahalle berberine gittim. Önceki haftalarda tanışmış olduğum Süleyman abi ile tesadüftür ki yeniden karşılaştım. Aslında ben koltuğa çoktan oturmuştum. O ise sonradan geldi. Tıraşım bitince dükkan önündeki sandalyelere kurulup birer sigara yakarak muhabbete başladık. Süleyman abi 71 yaşında bu arada. Biraz havadan sudan, biraz da hayatta olup bitenlerden konuşurken aklıma bir anda ilginç bir soru geldi.
Süleyman abi!
Şimdiye kadar yaşamış olduğun hayatı, binlerce kez yeniden yaşamak ister miydin? Ama her şey birebir önceki hayatının kopyası olacak. Aynı hataları yapacaksın, aynı kadına aşık olacaksın, aynı mutlulukları yaşayacaksın, aynı zorlukları çekeceksin…
Süleyman abi biraz durup düşündükten sonra ”isterdim” dedi.
Ama! Diye devam etti sonra…
Gençliğinde yaptığı bazı şeylerden dolayı pişmanlıklarını dile getirdi. Daha doğrusu keşke bu kadar dürüst yaşamak için diretmeseydim dedi. Kısaca demek istediği ”karşıma çıkan fırsatları, başkalarının hakkını gasp etmek uğruna değerlendirseydim keşke” gibi bir şeydi.
Abi bu sorunun tek bir cevabı var. Evet ya da hayır! Aması yok dedim. Sonra da şimdiki hayatının tüm yaşanmışlıkları ile binlerce kez tekrar edecek bir hayat olacağı konusunu yeniden hatırlattım.
O zaman istemezdim dedi.
Bu ne demek biliyor musunuz? Bu neeee demek biliyor musunuzzzz? Ben bu hayatı yeterince iyi yaşayamadım ve bu dünyaya yeniden gelme fırsatı sunulsa bile aynı şeyleri tekrar yaşamayı istemiyorum demek. Ve bir insan için sanırım en büyük kayıp bu. Neden boş geçen yıllardan içim ezik satırının geçtiği, Orhan Veli‘nin Son Türkü‘sünü hatırlattı bana.
Kaybolmak üzere suya düşen bilezik
Bak, bütün kırışıklar silindi sudan
Son saatimde mi uyandım uykudan?
Neden boş geçen yıllardan içim ezik?
Durdu beni ölüme götüren kervan
Eski bir şarkı söyleniyor rüzgarda
Duydum ki, sevmeyi bilen dudaklarda
Benim ilahilerim hala okunan
Sevgilim, ellerime dokunaraktan
Beni çağıran bir eda var sesinde
Bu muydu insanlara son nefesinde
Görüneceğinden bahsedilen şeytan?
Sular çekilmeye başladı göklerde
Isınmaz mı acaba ellerimde kan?
Ah, ne olur bütün güneşler batmadan
Bi’ türkü daha söyleyeyim bu yerde
O zaman istemezdim. Demesine dedi ama ben biraz da önceki dediklerine takılmıştım. Dürüst bir hayat yaşamanın bedelini ödediğini söylediği kelimelerine. Sonra tüm hayatımız boyunca yaşadığımız tüm her şeyi düşündüm. Şu anda bulunduğumuz noktada alıp verdiğimiz nefesle birlikte sahip olduğumuz bu benzersiz kimlik!
İşte Süleyman abinin atladığı husus da bence buydu. Bugün karşımda durup, geçmişte para kazanmak uğruna keşke yapsaydım dediği şeyleri söyleyen Süleyman ile, geçmişte bunları gerçekten yapmış olan Süleyman acaba aynı kişi mi olacaktı? Kim bilir belki de şu anda vicdan azabından kıvranan başka bir Süleyman olacaktı. Ama öyle ama böyle Dostoyevski’nin de dediği gibi ‘Ne yaparsan yap, pişman öleceksin. Belki yaptıklarından, belki de yapmadıklarından.’
Son cümlemin bu olmasıyla birlikte Süleyman abinin yanından ayrılıp eve döndüm. Sanırım aradan iki gün geçti ama bir insanın aynı hayatı tekrar yaşamak istememesi düşüncesi beni gerçekten rahatsız ediyordu. Biraz da içten içe onu suçluyordum aslında. Her ne kadar bu düşüncemi yüzüne karşı söylemesem de.
Derken bir akşam şehir dışında yaşayan çok sevdiğim bir arkadaşımı aradım. Hem hal hatır sormak hem de muhabbet etmek için. Biraz hayat, biraz yaptığı rutin işler zorluklar derken 50 dakikalık görüşmemizin içinde Süleyman abi ile olan diyaloğumuzu anlattım ona. O bu tür konularda sanırım benden biraz daha objektif ve çok yönlü düşünebiliyor. İşte bir insanın hayatını heba etmiş olmasından, öyle ki binlerce kez yaşam lütfedilmiş olsa bile bunu elinin tersiyle itecek kadar bu hayattan bıkmış olmak… Aklımdaki her şeyi anlattım.
O da bana şöyle dedi:
Zorunluluklar ve seçimler.
Evet bu adam belli ki pişmanlıklarla dolu bir hayat yaşamış. Ama yaşadıklarımızın yüzde kaçında kendi irademiz ve kararlarımız öncelikli ki? O yüzden bazı şeylerin aslında zorunluluklar altında belki de baskı ile olabileceğini anlattı.
Hak verdim. Ne diyebilirdim ki arkadaşıma.
İşte bu da benim atladığım husustu. Ben de bu noktada kendime düşen payı almış oldum.
Hani bir yazının son cümlesinde öğüt verici ya da iz bırakıcı birkaç satır olur ya, ben de o satıra giriş yapmak üzere sırtımı sandalyeye iyice yaslayıp bir sigara yaktım şimdi.
Bana göre yaşam çok zengin. Bizler bu zenginliğin sadece çok kısıtlı bir alanına ulaşıyor sonra da ölüp gidiyoruz. Öte yandan hayat güllük gülistanlık falan da değil. Yarım kalan aşklar, kaybedilen dostluklar, kaçırılan fırsatlar hepsi birer deneyim. Yarım kalmış olsalar da şu anda olduğumuz kişi olmamızı sağlayan şeyler. Ve yarım halleriyle güzeller. Hiçbir şey tam ya da tamamlanmış olmak zorunda da değil.
Her zamanki gibi düşündüren bir yazı yazmışsın yine sevgili Çıplak Yazar! Dilerim haberleşmeyeli iyisindir.
Yazdıkların bana sahip olduğumuz değerlerin -ki bence verdiğimiz kararlarda oldukça belirleyiciler- toplumunkilerle uyuşup uyuşmamasının ne kadar önemli olduğunu düşündürdü.
Seçimimiz ne olsa daha dolu dolu yaşanır hayat? Vicdana kulak verip topluma boş vermek mi? Vicdana hesap verip toplumun verebileceklerine erişmek mi?
Kendi değerlerini yaratan insanların, toplumla pek uyuştuğunu düşünmüyorum. Çünkü toplum/toplumlar belirli bir kültür altında sistematik bir yapıya sahip. (iyi-kötü yanları vardır ama bunu tartışmıyoruz.) Öte yandan insanlığın ilerlemesinde bir üst genlerimizden ya da sahip olduğumuz toplumdan miras kalan değerleri bir kenara bırakıp, kendi özgün değerlerini var eden insanların önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Kısaca aykırılık! Kimsenin düşünmediklerini düşünmek, yapmadıklarını yapmaya çalışmak, yürümediği yoldan yürümek… Bize her zaman kazanç sağlar. En kötü ihtimalle o yolun sonunda hiçbir şey olmadığını öğrensek bile, bunu ”evet bu yolun sonunda gerçekten bir şey yokmuş” diye kanıtlamış oluruz. Ki bu da bence bir kazanımdır.
Ama her şeyin olduğu gibi bu durumun da bir bedeli var tabi. Yalnızlık!
Çoğu insan bu yalnızlıkla yüzleşemediği ve korktuğu için kolay olanı seçip, topluma ayak uyduruyor. Sonuç olarak ise ömrünün büyük bir kısmını, topluma ve o toplumun değerlerine bağlı geçirdiği için bir boşluk ve pişmanlık hissi oluşuyor.
Belki basit bir örnek olacak ama denk geldiğim için yazmak istedim. Geçen gün bir adam (adana sıcağında diye özellikle belirtmek istiyorum) kısa şort giymeye çekindiğini söyledi. Çünkü muhtemelen babası hiç giymedi. Çünkü muhtemelen etrafındaki diğer yakınları da giymiyor. Ve kendi çocukları da böyle saçma bir alışkanlığı devam ettirecek. Ama başta da aykırılık dedim ya. O yüzden bunu birinin kırması gerekiyor. Oturup düşünmesi biz neden böyle saçma bir alışkanlığı sürdürüyoruz diye sorgulaması gerekiyor.
Yorumun ve ayrıca sorduğun için teşekkür ederim. Her şey yolunda ve gayet iyiyim. Sadece eskisi gibi yazmaya pek vakit ayıramıyorum. Umarım sen de iyisindir.
İyi olduğunu duyduğuma sevindim.
Detaylı yanıtın için teşekkür ederim. Aykırılık kritik bir nokta evet. Herkes gibi olmayı seçmenin bir nedeni de toplumun aykırıları sevmemesi ve farklı olmanın bedelini ödetmeyi sevmesi sanırım.