Bu yazıyı yazmadan önce aklıma David Hume’ın şu sözü geldi: “Eğer burada durup daha ileri gitmeyeceksek, niçin bu noktaya kadar geldik?”
***
Evimizin karşısında boş bir arazi var. Gece yarıları köpeklerin mesken yeridir burası. Sıcak havalarda toprağı eşeleyip serinlemek için kazdıkları hafif çukurlarda yatarlar. Civarda oturan insanlar, akşamdan kalma yemek artıklarını ya da marketten aldığı ucuz salamları vererek bu köpekleri besliyor. Şimdiye kadar birine saldırdıklarını görmesem de, bazen aralarında hiyerarşi anlaşmazlığı yüzünden ufak da olsa kavgalar çıkabiliyor.
Bir sabah kahvaltımızı ederken bu karşı boş araziden bir kedi sesi duyduk. Ses geliyor ama kedinin kendisi yok. Derken minicik bedenini uzaktan da olsa görmeyi başardık. Bir yandan kahvaltımızı ediyor, bir yandan da ne yapıyor diye yavru kediyi takip ediyorduk. O sıra üç köpeğin kediyi fark ettiğini ve kediye doğru koştuğunu gördük. İçlerinden biri kediyi koklamaya etrafında dönmeye başladı. Diğeri de onun yanında duruyor ancak kediye bir şey yapmıyordu. Biz de yüreğimiz ağzımızda bir şey yapacaklar diye bekliyorduk. Koşup gitmeyi de düşündüm ama ben gidene kadar iş işten geçmiş olacaktı.
Ki çok geçemeden de olan oldu ve köpeklerden biri kediyi ağzına aldığı gibi defalarca yere vurdu. Bir adam dikiliyordu arazinin yanındaki kaldırımda. Kargaşayı gördüğü için koşarak geldi. Daha sonra köpekleri uzaklaştırdı ama kedi belli ki ölmüştü. Kahvaltı sofrasında çayımı yudumlarken savunmasız ve muhtemelen dünya ile sadece bir haftalık tanışma sürecinde olan bir canlının ölümüne şahit olduğumu düşündüm. Olayı dramatikleştirmek istemiyorum ama sanırım bu konularda duygusal davranmadan da edemiyorum.
Öte yandan kedinin ölümünün içimde bir boşluk yarattığını hissettim. O boşluğun adını tam olarak koyamıyorum ama sanırım anlatabilirim…
Çocukken bir kedinin bir kuşu yakalayacak olduğunu görsem elimi çırpıp ses çıkarır ya da bir şekilde kedi kuşu kapmasın diye bir şeyler yapardım. Sanırım çocuk yüreğimizle hepimiz öyle de yapmıştır zaten. Yetişkin bir birey olduğumda kedinin aç kalabilme ihtimalini düşünüp, doğanın işleyişine pek de müdahale etmemek gerektiğine inandım. Çoğu durumda öyle de yaptım. Ancak kedinin ölümünden sonra adeta özüme, çocukluğuma dönmüş hissettim kendimi. Üstelik bunun iyi mi kötü mü olduğunu bile idrak edemiyordum zihnimde.
Arazideki kediyi kurtaramadım evet. Aradaki mesafe nedeniyle kurtaramazdım da. Ama doğanın işleyişine müdahale etmeme konusunda acaba doğru mu düşünüyordum? Bir kedi bir kuş yakalayacak olsa neden kuşun tarafını tutup kediyi açlığa mahkum ediyoruz? Belki de bizi insan yapan şey budur! Sebepsiz ve karşılıksız iyilik yapma duygusu. Zamanın tik tak yapıp durmadan bir yöne akması gibi hayatın içindeki o derin akışı ve olay örgülerini düşündüm.
Madem bir kedi, bir kuşa denk geldi.
Gizlice süzülüp, pençesini biledi.
Kuş habersiz, yemek için toprağı eşeledi.
Sonra…
İşte bu döngüde, o anda ve o noktada bizim ne işimiz vardı? Neden tam da o saatte oradaydık? Sadece gelip geçmek için mi? Yoksa bir şeyleri değiştirebilme imkanımız varken, değiştirmek için mi?
Ya biz bir kuşun, kedinin, sincabın ya da o an denk geldiğimiz herhangi canlının son şansıysak?
Bu da hayatın karmaşık döngüsü içinde küçük de olsa bir ihtimal olamaz mı?
Yazarın dipnotu: Yazmak bazen rahatlatıyor gibi gelse de, bazen de yazma eylemini bitirmiş olmama rağmen kendimi yeterince anlatamamış olmanın endişesi oluyor içimde. Yine de bir yerlerde, yüzünü görmediğim ve hiç tanımadığım insanların beni anladığını umut etmek istiyorum.
Her ruh yaratanın bir parçasıdır ve seni iyi yapan kimin hızırı olduğundur! Muhteşem yazıların için teşekkürler.