Geçen gün diye cümleye girilmez. Geçip gitmiştir zaten, o olsa olsa dün olur. Ama hani yazarın canı “geçen gün” diye başlamak ister ya; belirli bir belirsizlik havasında, fi tarihinden bahseder gibi, konuya bodoslama değil de pek bir ılımlı, pek bir mahmurca ve yan yan giriş yapmak ister ya… Hahhh işte tam da öyle bir halde başlamak istedim.
Geçen gün (kusura bakmayın, başlayacağım artık) aklımın ucundan dahi geçmeyen, geçse de “Acaba yine ne işi düştü de arıyor bu adam?” diyebileceğim kadar eski ama bir o kadar da vefalı bir arkadaşım aradı. Telefon açana kadar “acaba yanlışlıkla mı aradı” diye de aklımın kıyısından geçirmedim değil hani.
Telefonu açıp açmamak arasında gidip geldiğim birkaç saniyenin arasında yaktığım sigaranın bitimine kadar mevzu son bulur ümidi ile balkona çıktım.
– Alo, buyur Muhittin kardeşim.
Dememle birlikte, “Abimm nasılsın, özledim, görüşmeyeli iyi misin?” gibisinden pek bir tatlı dille konunun daha en başından “yine işi düştü bu pezevengin” gibi kısa bir iç monolog vuku buldu zihnimde.
– Ev taşıyacağım abi. Müsaitsen sen de yardıma…
Ne demek Muhittin kardeşim! Ben de zaten ne zamandır “Şu çocuk taşınsa da yardım etsem” diye düşünüyordum… demedim tabi.
Bizim memlekette insanın böyle zamanlarda arayacağı hıyar bir arkadaşı olması, herhalde iyi bir şeydir.
Biraz kem küm edip lafı ağzımda geveledikten sonra, eehhhh biraz da insani zaaflarımızın galibiyetiyle, üstüne de katmerli bir hatır gönül derken… Muhittin’in evini taşımak üzere bu Pazar sözleştik.
Ufak bir nakliyeci tutmuş. Zaten pek eşyası da yok: iki kanepe, iki tekli, bir yatak, bir televizyon… Hepsi o kadar. Bir de ıvır zıvır mutfak eşyası. Memur adam sonuçta. Kaplumbağa gibi evi sırtında taşıyanlardan.
Yeni evi temizledik, eşyaları dizdik. En azından kaba eşyaları. En sonunda da yorgunluktan kendimizi koltuklara bıraktık. Yorgunluktan gebermiş vaziyetteyken kurulmak üzere beni dikizleyen elbise dolabı ile flörtümsü bakışmalarımız sırasında, kafamı bir anda diğer yana çevirdim. O sırada gözüm pencerelere takıldı.
– Ulan Muhittin, niye bu evin tüm pencerelerinde sineklik var?
– Sinek vardır abi…
derken ondan tam da beklediğim cevabı verdi. Muhittin iyi çocuk, okumuş çocuk da bu alıklığı genlerine işlemiş ne yapsak olmuyor.
Sinek vardır tabi. Ben de o cevaba kadar ejderha ya da tek boynuzlu unicorn için sineklik çekildiğini düşünmüştüm.
Olsa olsa sinektir yani adı üstünde sineklik. Bir nevi sinek ve sinekgiller türünden her türlü kanatlı, kanatsız için koruma maksadıyla çekilmiş tel.
İkimiz de koltuklarda üstümüzdeki terli elbiselerle uyuya kaldık. Aslında tam dalacak gibi oluyoruz, dalamıyoruz. Çünkü tam da o sırada pusuda yatıp uyumamızı bekleyen ve uzunca süredir bulunduğu alanı mevzi ve bir çeşit yaşam alanı haline dönüştürmüş sinekler ile tanıştık.
Biri gidiyor, öbürü geliyor, öbürü gitmeden diğeri tekrar geliyor. Sivrisinekten dayak yemek kulağa deyimsi ve henüz keşfedilmemiş bir sözcük gibi gelse de bayağı bayağı dayak yedik. Yemesek de yemiş kadar olduk. Yorgunluk var, uykusuzluk var, ısırıklar var. Sabaha kadar ben Muhittin’e. Muhittin emlakçıya güzel güzel sövüp durduk.
Ertesi sabah Muhittin hiç beklemediğim aslında çok takdir ettiğim ve şaşırtan ve fakat pek de şaşırtmayan bir karar aldı.
– Abi ben bu evde yaşayamam. Geri taşınacağım.
Bizimki bir yandan yeni ev arıyor bir yandan da emlakçıyı arayıp depozitoyu geri istiyor. Bu depozito denilen para hemen bir yere bağlanmış olmakla pek bir meşhurdur bizim memlekette. Çok çabuk tutuşup yanması da cabası. O sebeple geri ödeme konusunda parayı ödeyecek olanı ıkındırır. Para bekleyeni de bıktırır.
Emlakçı Allah’tan anlayışlı adam çıktı da bir aylık kiranın yarısını vermeyi kabul edip, depozitonun tamamının üstüne bir güzel uzandıktan sonra “oturmayacaksanız çıkın gidin” diye güzel güzel anlattı. Kapıyı da bir güzel çekti ki, o dandik kapının kol vidası yere düştü.
“Oturmayacaksanız” derken beni niye kattı anlamadım ama pek de anlaşılır türden bir adam olmamasından mütevellit, çok da şee yapmadım.
İki gün sonra başka bir eve taşınmak üzere Muhittin’in eşyaları yeniden yükledik. Ama bu sefer öncesinde eve gidip beraber iyice baktık. Tek bir sineklik bile yok. Kriterimiz sineksiz bir ev olduğundan kapı pencere ne varsa inceledik. Bina biraz eski ama yine de idare eder.
Eşyaları yeni eve taşırken binanın kapıcıyla tanıştık. Adam kaç kez “bişeey lazım mı ağabey” diye sordu hatırlamıyorum.
Biraz da köylü kurnazı bir havası olduğunu sezdiğimden, otogarda zorla elinize çay bardağı tutuşturup valiz taşıyangillerdene benzettim tavırlarını.
Muhittin’e de “olum bu herife dikkat et” diye tembihlemeden edemedim.
Bir hafta içinde iki kez ev taşıyıp tüm işi gücü bitirdikten sonra “hadi kardeşim güle güle otur” deyip Muhittin’in yanından ayrıldım.
Kemiklerim öyle sızlıyordu ki bir haftada kendime gelemedim. Bir hafta geçmesine geçti ama bizim Muhittin’den de hiç ses çıkmadı.
“Arasam mı” dedim bir an. Sonra da vazgeçtim.
Birkaç dakika sonra bir sigara yakıp, bitene kadar da konuşur kapatırım diye aramış bulundum.
– Naptın lan?
– İyi ağbey iyi de…
Bu “de” bağlacının hayrı alamet olmadığı, altından muhakkak bir pislik çıktığı aksinin neredeyse mümkün olmadığı görülmüş duyulmuş şey değildir.
– Deeee ne oğlum?
– Geceleri sürekli kurbağa sesleri geliyor. İleride tarla var oraya geliyorlar heralde.
– Alo abi..
– Aloo…
Çıplak Yazar - 3 hafta önce
İnsan kusurlarıyla güzeldir.
Kırılganlık