Bu blogda yer alan kısa hikaye ve uzun hikayeler izinsiz olarak alınamaz ve başka bir yerde yayınlanamaz! Dram, bilim kurgu, gerilim, korku, hayatın içinden, çocuk hikayeleri, kısa hikayeler ve daha fazlası için hikaye kategorisini ziyaret edebilirsiniz.
Torunumun Torunu
Öğretmen Okulu bitince Gaziantep ilinin bir sınır köyünde göreve başladım. Okul yapılalı dört sene olmuş. Geçici öğretmenler görevlendirmişler. Dördüncü sınıfa gelmiş çocuklardan daha okuma yazmayı öğrenemeyenler çoğunlukta. Yetmiş çocuk bir sınıfta. Deneyimi olmayan ama çalışmak isteyen birisi ne yapabilirse yapmaya çalıştım. Sene sonunda çocuklar okuma yazmayı öğrendiler ama ben de bittim. Okul kapanırken yorgunluk, iştahsızlık, öksürük… Zayıflamış, yatağa düşmüştüm. Doktora gittim. Muayene, röntgen filmi sonunda: “Tüberküloz!” demişti doktor. Tüberküloz sözünü duyunca başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki. Gözlerim kararmış, yere yığılmışım. Ayıldığımda birkaç ilaç adı, “Kendini yorma, uykusuz kalma, iyi beslen!” önerileri, tamam…
Bildiğim kadarıyla tüberküloz verem hastalığının bilimsel adıydı. Verem olup da sağ kalanı o güne kadar gören, duyan yoktu. İlaçla kurtuldum diyen yoktu. Gene de gidip eczaneden ilaçları aldım. Bitkinlikten sarhoş gibiydim. Okulun yılsonu evraklarını nasıl tamamlayıp teslim ettim hatırlamıyorum. O zamanlar öğretmenler yılda dört ay yaz tatili yaparlardı. Köylülere hastalığımdan söz edip onları üzmedim. Onlarla vedalaşıp baba evine gitmek için otobüse bindim.
Tüberküloz
Hatırladığım, otobüste önümdeki koltukta genç bir anne ve kucağında bir bebeği vardı. Genç anneye de kucağındaki bebeğe de imrenerek bakmıştım. Şimdi benim de böyle bir karım ve böyle bir çocuğum olabilirdi. Olmayacaktı. Yolun sonu görünmüştü. Böyle bir karım, böyle bir çocuğum olsa da ondan sonra hastalansam olmaz mıydı? Otobüsün pencere kenarındaki koltuğunda oturuyordum. Ağlayışımı göstermemek için yüzümü otobüsün pencere camlarına dayamış, dışarıyı seyrediyormuş gibi yapmıştım. Otobüsle memlekete nasıl geldim, köye giden kamyona nasıl bindim hatırlamıyorum. Dünyam zindan olmuştu. Baba evine gelince anam babam şaşırdılar. Beni böyle erken beklemiyorlarmış. Hasta olduğumu görünce bir daha şaşırdılar. Anam:
“Oğlum sen çok zayıflamışsın. Bir deri bir kemik kalmışsın. Tanınmayacak duruma gelmişsin. Nedir senin bu halin? Ne oldu sana böyle?”
“Hastayım ana.”
“Nedir hastalığın?”
Söylemeye dilim varmıyordu. Hastalığın adını duyunca ağlamaya başlayacaktı. Ama ne kadar saklayabilirim ki? Söyledim:
Bu da yolcu…
Tüberküloz kelimesini duymamışlardı. Tüberkülozun verem demek olduğunu bilmiyorlardı. Onun için çok endişelenmediler. Sonra komşular geldiler. “Hoş geldin!” dediler. “Geçmiş olsun!” dediler. Hastalığımın adını sordular. Ali Çavuş askerde hasta bakıcı olarak çalışmıştı. Tüberkülozun ne demek olduğunu bilirdi.
“Neee? Tüberküloz mu?” diye doğal bir tepki gösterdi. Öteki komşular, anam babam o zaman anladılar işin ciddiyetini. Aralarında fısıltılar halinde konuşmalar başladı. Ali Çavuş hastalığımın verem olduğunu, ince hastalık olduğunu onlara söylemişti. Anamın ağlayan sesini duymaya başladım. Ağlıyor; ağıt yakıyordu. Sanki eve ben gelmemişim de cenazem gelmişti. Babam konuşmuyor, susuyordu. Böyle davranmalarının nedeni konuşmalarından anlaşılıyordu. Konuşurken fısıltı halinde konuşup bana duyurmamaya çalışıyorlardı. Ama benim kulaklarım sağlamdı. Fısıltı halinde konuşulanları da duyabiliyordum. Ne diyorlardı bir bilseniz?
“Vah garibim vah. Gencecik yaşında…”
“Dünyada yenecek ekmeği bu kadarmış. Nasibi bu kadarmış.”
”Bu hastalığa tutulup da kurtulan oldu mu hiç?”
“Kime bulaştıysa aldı götürdü. Şükrü’yü bu hastalık götürdü asker dönüşü.”
“Kara Veli de bu hastalıktan gitti. O da asker dönüşü gitti.”
“Şimdi bu da aynı hastalığa yakalanmış. Bu da yolcu.”
Neden beni buldu?
Maşallahı vardı komşularımızın. Hasta adama moral vermesini çok iyi biliyorlardı. Ben halsiz halimle yanlarından kalkıp öteki odaya geçiyordum. Yeni gelenler orada da buluyorlardı beni.
“Üzülme be oğlum. Nasip ne kadarsa o kadar yaşarsın. Ne bir gün fazla ne bir gün eksik.”
“Vermeyince mabut, neylesin Mahmut.”
Komşular gidince yatıp uzanıyordum. Uyumuyordum. Uyanık da değildim. Yemek getirdi anam. Yağda yumurta kırmıştı. Yufka ekmekle iki lokma alıp bıraktım.
“Ana, iştahım yok.”
“Hatırım için iki lokma daha al.”
İki lokma daha alıp yatağıma uzandım. Konuşulanları duyamıyordum. Yarı uyur yarı uyanık düşünmeye çalışıyordum. Düşüncelerim de kesik kesikti. “Neden ben?” diye söylendim. “Neden beni buldu bu hastalık?”
Sonra sorularıma cevap bulmaya çalışıyordum:
“Sadece ben değilim ki. Başkaları da hastalanıyor. Bak konuşuyorlar Şükrü, Kara Veli de bu hastalıktan gitmiş. Yirmi yaşında ölmek… Genç ölümü… Çok kötü be! Çok yaşayan ne kadar yaşar ki? ‘Çok yaşayan yüze kadar yaşar, gel de bu dünyayı yor deli gönül.’ demiş aşığın biri. Yüzden daha çok yaşayanlar da var. ‘Kızımın kızı, kızının kızını da al da düğün evine gidelim.’ diyesiymiş yaşlı ninenin biri. Bu nine yüz yaşından çok daha yaşlı olmalı. Tekerleme bu. Ben olsam öyle demezdim. ’Torunumun torunu, torununun torununu da al da gezmeye gidelim.’ derdim. Boşuna söylenmeyeyim. Torunum filan olmayacak benim. Günlerim sayılı. Torunumun torununu görebilseydim… Ne hoş olurdu be…”
Düşümdeki çocuk
O sırada dalmışım. Anamın babama yakındığını duyar gibi oluyorum:
“Herif, bir hal çaresine bakalım. Oğlanı bir doktora, hastaneye götürelim. Belki kurtulur.”
Belki ben de torunumun torununu görebilirim. Kurtulmam da onun gibi bir şey. Derken uykumda kendimi bulutların üstünde buldum. “Hah, dünyam değişti; ahrete geldim işte.” diye söylendim. Bulutların üstünde bana bir çocuk yaklaştı. Gözlerime baktı tatlı tatlı. Gözlerinin içi gülüyordu. Ben bu çocuğu bir yerlerden tanıyordum. Tanıyordum ama çıkaramıyordum.
Uyanınca anladım ki bu çocuk benim çocukluğuma benziyor. Yatağımda arada bir uyanıyorum sonra gene uyuyorum. Gecem gündüzüm birbirine karıştı. Kulağıma gelen seslere göre: “Görev yerinde çok yorulmuşum. İki üç günde ancak dinlenebilirmişim. Uzun yoldan gelenler bazen üç gün üç gece uyurlarmış.” Uyanınca konuşulanları dinliyorum, uyuyunca o yakışıklı çocuk düşüme giriyor. Gene düşümde: “Sen dedemin dedesi misin?” derken kulaklarım çınlayarak uyandım. Başucumda anam vardı. “Ana benim kulaklarım çınlıyor, acaba neden ola dersin?” Anam: “Ay oğul atalarımız: Sevdiğin bir adam seni anarsa kulakların çınlar.” demişler. Biz birini anarsak da onun kulaklarını çınlatmış oluruz.” “O zaman benim kulaklarımı torunumun torunu mu çınlattı? Düşümde onunla konuşuyordum.” Anam bunu duyunca bana öcü görmüş gibi baktı. “Senin kafan yerinde mi oğlum? Şimdi torun lafı da nerden çıktı?” Sustum anlatsam da anlamayacağına göre zaten yorgun olan kendimi yormaya gerek yoktu. Yatıp dinlenmeye devam ettim.
Kulaklarım çınladı
Arada bir ihtiyaç olunca tuvalete gidiyorum. Anamın hatırı için birkaç lokma bir şeyler yiyor, ama çok su içiyorum. Çok su içince de çok terliyorum. Anam, kardeşlerim terden ıslanmış çamaşırlarımı değiştirmemde yardım ediyorlar. Kuru çamaşırı giyince biraz rahatlıyorum ve uykuya dalıyorum. Uykuda gene o yakışıklı çocuk. İkinci kez düşüme girince: “Sen benim büyük dedemsin. Ben senin torununun torunuyum.” demesin mi! “Mmmm, şimdi anlaşıldı neden benim çocukluğuma benzediği. Anladım şimdi neden kulaklarımın çınladığını.” diye söylenmişim. Anladım ki benim beynim uyanık iken de uyur iken de hastalığım için çare arıyor. “Aç tavuk düşünde kendini darı ambarında görürmüş.” demiş atalarımız. Benimki de öylesi. Hastalığıma çareyi torunumun torununda arıyorum. Al bakalım o da girdi düşüme. O da çınlattı kulaklarını. Şimdi ne haliniz varda görün! Dede torun işinizi halledin. Üçüncü kez düşüme girince bulutların üstünde gene yanıma geldi. Yanıma gelince onu eğilip öpmek istedim. O güldü:
Gizli yol
“Büyük dede sen beni öpemezsin. Sen benim ancak hayalimi okşayabilirsin. Biz şimdi düşümüzde görüşüp konuşuyoruz. Bedenlerimiz burada değil. Bedenlerimiz yataklarında mışıl mışıl uyuyorlar.”
“Sahi ya. Nasıl da akıl edemedim.”
Sonra onun hayalini okşar gibi yaptım. Öper gibi yaptım. Küçük torunum benden daha akıllı davranıyordu. Sanki büyümüş de küçülmüş. Sanki bir akıl küpü…
“Büyük dede seni çok üzgün görüyorum. Üç gecedir kulaklarımı çınlatıyorsun, düşüme giriyorsun. Gel seni gezdireyim. Bizim obaya gidelim. Benim yaşadığım yerleri gör. Gezince gözün gönlün açılır, üzüntün azalır belki.”
İlkin “Torunumun torunu beni ahrete götürmeye geldi. Demek ki vade biti.” diye düşündüm. Sonra tatlı bakışlarına dayanamayıp sordum:
“Benim kulaklarım da çınladı. Sen de beni anıyor muydun?”
“Anıyordum tabi. Senin resimlerini, yazılarını açıp baktım. ‘Dedemin dedesi bize güzel anılar bırakmış.’ diye konuştum. Kalp kalbe karşıdır demiş atalarımız. Biz birbirimizi anınca aramızda gizli bir yol açıldı, bak düşümüzde buluştuk. Hadi gidelim.”
Uçan kaykay
“Sana bir çift uçan kaykay getirdim. Şu çantayı benimki gibi sırtına al. Şu kaykayları da ayağına geçir. Yazılarından okuduğum kadarıyla çocukken kar üzerinde kayarak oynamışsınız. Bu da öyle bir şey. Zorluk çekmezsin. Hadi gidiyoruz!”
Kaykayları giyince kar üstünde kayar gibi bulutların üstünde kaymaya başladık. Birbirimize dokunamıyorduk ama el ele gibiydik. Aşağıda, yukarıda değişik görünüşlü balonlar, gemiler, tanımadığım uçan nesneler vardı. Aşağıda uçaktan göründüğü gibi dünyamız görünüyordu. Ama o da ne? Dünyamızla aramızda gelip giden bir sürü taşıt aracı vardı. Bunlar vızır vızır uçuyorlar ama birbirlerine çarpmıyorlardı. Biz kaykayla uçarken karlı bir dağın tepesine yanaştık. Dağlar tanıdık gibiydi. Bizim yaylalara benziyordu. Daha da yaklaşınca erimiş karlar arasındaki yayılan koyun, keçi, oğlak sürülerini gördük. Mevsim ilkbahar olduğu için karlar yeni eriyordu. Kar yığınlarının alt ucunda erimiş kar sularından göller oluşmuştu. Bu göllerde sulanan hayvanlar vardı. Daha ötede gölde yüzen, oynayan çocuklar görünüyordu. Ben oğlakları, kuzuları yakından görmek, çan seslerini duymak için yere yaklaştım. Çoban köpekleri havlayarak koştular. Bizi sürüye yaklaştırmadılar.
Geyik dağı
“Köpekler bizi tutar mı?”
“Tutamaz. Biz onlardan daha hızlı kayarız.”
Çobanlar birikmişler çelik çomak oynuyorlardı. Yanlarından geçerken onlara el salladım. Onlardan da bana el sallayanlar oldu. Ben laf olsun diye:
“Sizin çobanlar da bizim çobanlar gibi çelik çomak oynuyorlar.”
“Futbol sahaları da var. Golf sahaları da var. Yaylalar yazın dolar taşar.”
Çobanların yanından ayrılınca yukarısı kar yığınları, aşağısı orman olan bir yerden geçiyorduk. Aşağıda sıra halinde giden bir geyik sürüsü vardı. Küçük torunum:
“Büyük dede, burası Geyik Dağı. Bu geyiklerin çoğalması için çevresine tel çekilip bu dağ koruma altına alındı. İnsanlar, sürüler buraya girmiyorlar. Böylece önceden buralarda yaşamış, buralara uyum sağlamış olan hayvan neslinin tükenip kaybolmasını önlemiş oluyoruz.”
Dağın eteklerinde kuytu yerlerde küme küme yayla evleri vardı. Evlerin üstleri ve yanları elektrik üreten güneş panelleri ile kaplanmıştı. Bazı evlerin yanında elektrik üreten rüzgâr tribünleri de vardı. Ben kaykay ile yükselmek isteyince küçük torun engel oldu:
“Büyük dede yukarıda uçmamız yasak. Gökyüzü trafik kurallarına uymamız gerekir.”
“Gökyüzü trafik kuralları da mı var?”
“Olmasa bu kadar uçan taşıt, yüzen konut böyle düzen içinde hareket edebilir mi?”
“Nasıl düzen içinde hareket ediyorlar?”
Yörükler gibi
“Söz gelimi kaykaylar yeryüzüne yakın uçmak zorundalar. Balonlu konutlar bin – iki bin metre yükseklikte yüzmek zorundalar. Uzak yolcu uçakları hava alanlarından ayrıldıktan sonra yağmur, fırtına gibi atmosfer olaylarının olmadığı on bin metrenin üstünde uçarlar. Böylece gökyüzü trafiği düzen içinde çalışır. Deniz altında da bunlara benzer trafik kuralları var. Çünkü denizlerin üzerinde ve içinde de gökyüzündeki uçan konutlar gibi yüzen konutlar çoğaldı.”
“Anladım küçük torun. İşler yolunda gitmiş, konut sorunu çözülmüş görünüyor. Gökyüzünü, denizin dibini de parselleyip satmış arsa alım satımı yapanlar. Şimdi nereye gidiyoruz? Burası neresi?”
“Büyük dede senin dünyada doğduğun yere gidiyoruz. Bizim obayı senin anılarına saygı olsun diye doğduğun yere kurduk.”
“Küçük torun siz yörük müsünüz ki, oba kurarsınız?”
“Yörük değiliz ama yörükler gibi yaylaları severiz.”
Orman olmayan çıplak yerlerde dışı güneş tabletleri ile kaplanmış konutlar görünüyordu. Konutların arasında Yörük çadırlarına benzeyenler de vardı. Sordum:
“Bizim yaylalar eskisinden daha kalabalık galiba?”
“Neden olmasın? Yeryüzünde insan nüfusu çoğalınca insanların bazıları deniz üstünde, bazıları deniz altında bazıları da gökyüzünde konutlar yapıp oralarda yaşamaya başladılar. Eskiden yeryüzündeki sahiller çok kalabalıktı. Şimdi ulaşım sorunu kalmayınca yaylalar daha kalabalık oldu. Turistik geziler çoğaldı. Ay’a, Mars’a bile dolmuş kalkıyor.”
Bir çeşit ışınlanma
“Ay’a, Mars’a yol mu yapıldı?”
“Ay’da Mars’ta konutu olanlar bile var. Turist acenteleri her hafta sonu Ay’a da Mars’a da uzay dolmuşu kaldırır.”
“Gökyüzü, deniz altı, Ay, Mars insanların meskeni olmuş. Diğer gezeğenlere yol yapılmadı mı?”
“Diğer gezeğenlere gitmek için ulaşım sistemimiz, insan ömrü uzunluğu henüz uygun değil. Ama çalışmalar devam ediyor.”
“İnsan taşıması böyle, ya eşya taşıması nasıl oluyor?”
“Üç boyutlu yazıcı ve tarayıcılar eşya ulaşımı için yetiyor.”
“Nasıl yani?”
“Yani şu kaykayı ben arkadaşıma göndermek istersem, bunu üç boyutlu tarayıcıya veriyorum. O kaykayı tarayıp onu meydana getiren bilgileri enerji halinde kablosuz olarak arkadaşımın adresine gönderiyor. Bilgileri alan arkadaşımın üç boyutlu yazıcısı da bu bilgileri maddeye çevirip çıktı olarak veriyor.”
“Bir çeşit ışınlama mı?”
“Denebilir. Ancak ışınlamanın canlılar üzerinde şimdilik olumsuz etkileri de görülüyor. O konuda çalışmalar devam ediyor. Doğaya radyasyon etkilerinin zarar vermemesi için böylesi çalışmalar daha çok yer altında devam ediyor.”
Hastalığa çare bulundu mu?
“Ya yer altında başka neler yapıldı?”
“Yer altında da işler iyi gitti. Besin depoları, yedek parça, alet makine depoları, park yerleri, enerji depoları hep yer altında. Güneş ışığı gerektirmeyen üretim işletmeleri, fabrikalar, atölyeler hep yer altında. İşgücü olarak daha çok robotlar kullanılıyor. Doğayı kirleten duman olursa bacalarına filtreler takılıyor, suları kirleten atıklar olursa arıtma havuzlarından sonra doğaya bırakılıyor.”
“Eskiden yer altında sadece kötü niyetli kişiler iş yapardı.”
“Kötü niyetli, hasta ruhlu insanlar gene yer altında çalışıyor. Geçen yıl bir gizli örgüt yer altında güçlü insanları klonlayıp bir ordu kurmaya kalktı. Klonlama yasak. Laboratuar imha edildi. Örgüt elemanları aynı yerde sürgün hayatı yaşıyorlar.”
“Yani kötü niyetli, hasta ruhlu insanlar gene var ama az. Peki, bizim yaylalar bu kadar kalabalık olduğuna göre her yer kalabalık olsa gerek. Dünya nüfusu çoğalmış olmalı? Üçüncü dünya savaşı olmadı mı?”
“Olmadı. İşler yolunda gitti. Hasta ruhlu, kötü niyetli insanlar azaldı. İyi niyetli, yetenekli, çalışkan insanlar çoğaldı. Hastalık ilaçları bulundu. Antibiyotik denilen ilaçlar birçok hastalık mikrobunu öldürdü, yok etti. Pastör’ün kuduz aşısını bulmasından sonra birçok hastalığın aşısı bulundu. Çoğu hastalıklar görülmez olduğu için adları bile unutuldu.”
“Yaşlılığa da çare bulundu mu?”
Organ nakli
“Bulundu sayılır. Organ nakilleri yapıldı. İlk kalp naklini Afrika’da Barnard adlı bir doktor yaptı. Sonra diğer organ nakilleri onu izledi. Böbrek nakli, karaciğer, akciğer nakli, göz nakli derken organların yapay olanları yapıldı. Pil ile çalışan kalp, pil ile çalışan böbrek… Yapay organlar yaygınlaştı. Eczaneler ilaç yerine yapay organ hizmeti vermeye dönüştü. Eskiden taşıt araçlarından bazıları stepne denilen yedek lastik tekerler taşırlarmış. Lastik teker patlayınca hemen oracıkta yolun kenarına taşıt çekilir yedek lastik ile patlayan lastik değiştirilirmiş. Şimdi taşıt araçlarında o havalı lastikler de kaldırıldı. Stepne denilen yedek lastik tekerler de unutuldu. Şimdi eskiden arabaların yedek lastik taşıdığı gibi insanlar yedek organ taşıyorlar. Beyinden başka bütün organların yapay olanları yapıldı.
Kimisi pil ile çalışır, kimisi pilsiz. Organında sorun olan birisi hemen o organını yapay olanlarla değiştiriyor. Yapay organlar pil değiştirir gibi kolayca değiştirilebilir duruma geldi. Kimi insanlar bu yedek organları eski taşıtların stepne teker taşıdıkları gibi yanlarında taşıyorlar. Böylece yarı makine yarı biyonik insanlar yüzlerce sene yaşayabiliyor. İnsan ömrü uzayınca beklenmeyen bir sorun ortaya çıktı.”
“Nedir o?”
“İnsanlar ölmeyince bir yandan da çocuklar doğmaya devam edince insanlar dünyaya sığmaz oldular.”
“Peki, nasıl bir çözüm yolu aranıyor?”
“İlkin nüfus artışını kontrol yoluna gittiler. Bu işler için bazı silah şirketlerine görev verildi. Şirketler Bu işi zaten daha önceden yapıyorlardı. Bu konuda deneyimli idiler. “Hem silah satıp para kazanalım, hem de nüfus artışı sorunundan kurtulalım.” anlayışıyla işlerine devam ettiler. Bazı örgütleri taşeron olarak kullandılar. Bosna – Hersek’te, Irak’ta, Suriye’de Afganistan’da nüfus kontrolü için onlarca yıl insanları birbirine kırdırdılar.”
“Sonra?”
“Sonra aklın yolu birdir” demiş atalarımız. Akıllı insanlar bunun etik ve kalıcı çözüm yolu olmadığını söylediler. Nüfus kontrolü için yeni kanunlar çıkarıp uyguladılar.”
Su savaşları
“Nasıl kanunlar?”
“Karı koca iki çocuktan fazla çocuk yapmazsa dünya nüfusu sabit kalır dediler ama o da tutmadı.”
“Neden tutmadı?”
“Parayı çok sevenler GDO lu ürünler ürettiler. GDO lu ürünlerle beslenen hayvanlar kısırlaştı. Bu ürünlerle beslenen hayvanların etini, sütünü yiyen toplumlarda cinsel istek azaldı. İnsanların büyük bölümü kısırlaşınca bazı aileler çocuk yapamaz oldu.”
“Yani otomatik olarak nüfus kontrol edilmiş oldu.”
“İnsanlar kısırlaşınca, bazı ülkelerde nüfus azaldı. Asya ve Afrika’daki bazı nüfusu kalabalık ülkelerden nüfusu azalmış batı ülkelerine beyin ve işgücü göçü başladı. Batı ülkeleri, yetenekli, verimli olan insanları çeşitli yollardan getirip ülkelerindeki nüfuz azalmasını dengelemeye çalıştılar.”
“Savaşlar da azaldı mı?”
“Azalmadı. Petrol kullanımına son verilince savaşlar azalır gibi oldu. Ama ondan sonra da su savaşları başladı. Uzun süre de su savaşları devam etti. Hala da devam ediyor.”
“Petrol tüketimine nasıl son verildi?”
“Enerji devrimi ile. Güneş ışığını elektrik enerjisine çeviren güneş panelleri yapıldı. Bu üreteçlerin ham maddesi silisyumdu. Silisyum da deniz kumunda bol miktarda vardı. Her yerde mantar gibi enerji istasyonları türedi. Kullanılan alet ve makinelerin, ulaşım araçlarının tamamına yakını elektrik ile çalışır. Elektrik de güneş ışığı, rüzgâr ve su enerjisinden üretilir. Eski petrol istasyonlarının yerinde şimdi enerji istasyonları var. Çoğu da güneş enerjisi ile çalışır. Uçan araçlar enerji almak için yeryüzüne inmez. Yeryüzündeki kadar da gökyüzünde enerji istasyonları yapıldı. Hatta atmosferin yukarılarındaki bazı büyük enerji istasyonları güneş ışığından ürettiği enerjiyi uygun dalgalara dönüştürüp yeryüzündeki alıcı istasyonlara gönderiyor.”
Bencillik çağı
“Onun için mi enerji devrimi denildi?”
“Yanlış mı ama büyük dede? Makineler, ulaşım araçları hepten elektrik ile çalışınca işler yoluna girdi. İşler kolaylaştı. Doğa daha temiz, daha yaşanır oldu.”
“Ya elektriği depolama işi?”
“O biraz sancılı oldu. Şirketler o konuda ar- ge çalışmalarını artırdılar. Nikel kadminyum aküler, sonra li- on aküler derken şimdi daha kullanışlı aküler yapıldı. Bu gökyüzündeki taşıtların çoğu hep bu akülerle çalışır. Biraz radyasyon üretiyorlar ama katı yakıt ve petrol kadar çevreyi kirletmiyorlar.”
“Dünya çok değişmiş be küçük torun.”
“Çok değişti. Bizim ders bilgilerinde enerji devriminden sonraki zamana ‘akıl çağı’ deniyor. Önceki zamanlara ‘bencillik çağı’ deniyor.”
“Neden öyle demişler?”
“Açık değil mi? Akıl çağından önce insanlar sanayi üretiminden artan zehirli atıkları sulara bırakıp sulardaki kendi besin kaynakları olan balıkları zehirlemişler. Bu insanlar akıllı olsaydı böyle yaparlar mıydı? Kendi bindikleri gemiyi batırmak isterler miydi? Akıllı insan kendi düşeceği kuyuyu kazar mı?”
“Yerden göğe kadar haklısın. Aklı başında insanlar eskiden de söyledi bunları ama toplumlarda bilgisiz, sorgulamayan, tepki gösterme alışkanlığı olmayan, kolaycı insanlar çoğunlukta olduğu için dinletemediler. Bencil siyaset adamları, yöneticiler insanların bu yanlışlarına göz yumdular.”
Akıl çağı
“İşte bu nedenle bizim ders bilgilerimizde sizin yaşadığınız dönemlere bencillik çağı diyoruz. Düşün bir kere katı yakıtlarla çalışan sanayi dumanları havayı kirletiyor. Atmosferde sera etkisi oluşuyor. İnsanlar bencil insanların doğayı kirletmesini engelleyemiyor. Tepki gösterme alışkanlıkları yok. Bu dönemde bencil insanların sözü geçtiği için bencillik dönemi denmesi yerinde.”
“Sonuna kadar haklısın. Birisi para kazanmak için buzdolabı üretiyor. Üretim sırasında üretilen bazı gazlar atmosferin bir tabakası olan ozon tabakasında hasar açıyor. Dünyadaki canlılara zarar verebilecek bu durum biliniyor ama önlenemiyor.”
“Akıl çağında işler yolunda gitti. Doğaya zarar veren yanlış uygulamalar hepten kaldırıldı. Katı yakıt ile çalışan fabrikalar azaldı. Olanların da bacalarına filtreler takıldı. Atık bölümünde arıtma tesisleri yapıldı. Atom santralleri kaldırıldı. Ozon tabakasına zarar veren üretim sistemi kaldırıldı. Doğanın elden geldiğince yaşanabilir olması için doğada denge durumu esas alındı. Dengeyi bozacak uygulamalardan kaçınıldı. Bitkilerle, hayvanlarla beraber yaşamamız gerektiği anlaşıldı. Bu düşünce davranışlarımıza yol gösterdi. Kızılderili atasözü olan ‘Biz doğayı atalarımızdan miras almadık. torunlarımızdan ödünç aldık.’ Sözü çerçevelenip göze batacak yerlere asıldı. İnsan davranışlarına bilim ve akıl yön verdi. O nedenle bu çağa akıl çağı dendi.”
Derin nefes al
“Küçük torun insanlar değişmiş, bencillik, gösteriş azalmış, akıllıca işler çoğalmış. Akıl çağında işler yoluna girmiş. Ormanlar, sular hava temiz, pırıl pırıl… Dünya daha yaşanabilir bir duruma gelmiş.”
“Daha da değişecek. İnsanoğlunun araştırma ve yenilik isteği bitmiyor. Her gün yeni, faydalı bir buluşun haberini duyuyoruz.”
“Konutlarınız da değişmiş.”
“Portatif, taşınabilir. Gösteriş için villa, saray yaptıran yok. Gösteriş için yapılan çoğu bölümleri kullanılmayan villalar, saraylar savurganlık olarak değerlendiriliyor . Şimdi konutların kullanılabilir ve rahat olması aranıyor. Çok büyük, çok geniş olması gerekmez. İhtiyaca cevap versin yeter. İstersen yeryüzünde yaşarsın, istersen gökyüzünde, istersen de deniz altında.”
“İnsanların beslenme ihtiyaçları?”
“Yeryüzünde üretilen besinler az gelmeye başlayınca deniz altı çiftlikleri çoğaldı. Deniz altında da yeryüzündeki gibi besin değeri olan ürünler yetiştiriliyor.”
“Ya lezzeti?”
“Yükseklerde üretilen besinler daha lezzetli. Gökyüzünde yetiştirilen yeşil bitkiler yeryüzündekilerden daha fazla oksijen üretiyor.”
“Gördüğüm kadarıyla hava temiz. Görünüş net. Nefes alıp vermede bir zorluk yok.”
Çiçektozu
Kaykayla uçarken bir tatlı sohbete daldık ki sormayın. Ben sordum, o anlattı. Derken bir de baktım ki bir geniş alana gelmişiz. Düz alanda koyun sürüleri yayılıyor, yamaç yerlerde keçi sürüleri yayılıyor. İlkbaharın yoncaları mor, sarı çiçekler açmış; arılar bunlardan vızır vızır bal, çiçektozu topluyorlar. Kırmızı, beyaz laleler öteki çiçeklere nispet eder gibi karşılarında salınıyorlar. Bu güzellik, bu geniş alan tanıdık bir alandı. Eskiden olduğu gibi kenarındaki kuytu yerlerde kümelenmiş barakalar, kıl çadırlar vardı. Güneş panelleri, rüzgâr pervaneleri konutların bir parçası gibiydi. Çadırlardan birinin önüne yanaşıp yere indik. Ayaklarımızdaki kaykayları çıkarıp elimize aldık. Küçük torun sordu:
“Büyükdede burasını tanıdın mı?”
Gülerek cevapladım:
“Tanımaz mıyım, burası benim doğduğum yer. Burası bizim obamız. Bizim çadırımız şuradaydı. İşte, şu çadırımız. Şu anam, şu babam.”
“Büyük dede orada çadır da yok, annen, baban da yok. Senin yazdığın yazılara bıraktığın resimlere bakarak ben böyle bir hayal görüntü (hologram) düzenledim. Onlar sanal görüntüler. Senin düşüne girince böyle bir de sürpriz hazırlamak geldi içimden.”
“Vay benim küçük torunum beni çok mutlu ettin. Çok duygulandım. Peki, geçekte ne var buralarda?”
Oksijen üretme bahçeleri
“Gene bizim konutumuz var. Eski oba yerlerinde başka yayla konutları da var ama çoğu yerler orman alanı olarak bırakıldı. Doğayı koruma dernekleri doğanın zorunlu olmadıkça değiştirilmemesi için yasalar çıkarttılar. O nedenle gerçekten gerek olmayınca orman yetişen doğayı olduğu gibi bırakıp havayı temizlemesi için oksijen üretimine terk ediyor insanlar şimdi. Önceden bilinçsiz şekilde yok edilmiş ormanlar yerine de öncesine benzeyen ormanlar yetiştiriliyor. ”
“Buralar hiç değişmemiş görünüyor?”
“Değişmez olur mu hiç? Sanal görüntüyü kaldırıyorum. Bak şimdi her taraf ardıç ve ladin katran ağaçları ile dolu. Aradan geçen bir taşıt yolu var kara taşıtları için o kadar. Buralar dünyamızın oksijen üretme bahçeleri. Senin çocukluğundaki kontrolsüz kesim sonucu kıraç, ağaçsız, çıplak kalan bu yaylalar şimdi Karadeniz Bölgesi gibi yeşillik. Hem yayla hem orman.”
“Böylesi benim çocukluğumdan daha iyi.”
“ Hoşuna gitmesine sevindim. Arada bir seni alır buralara getiririm ben.”
“Nasıl olacak bu?”
“Büyük dede bizim zamanımızda biz artık uykumuzu da düşlerimizi de düzenleyebiliyoruz. Düşümüzde birisinin düşüne girmek bizim için olası. Ben ilerde de senin düşlerine girer, seni buralara gezmeye getirebilirim.”
O anda dünyadaki onulmaz hastalığım, ölmeye hazırlanışım geldi aklıma.
“Ben ilerde yaşayabilecek miyim acaba? Ya bir hastalığa, kazaya kurban gidersem.”
“Elbette yaşayacaksın. Yaşayıp resimler yapacaksın. Öyküler, romanlar yazacaksın. Baksana senin öykü kitapların, romanların, resimlerin var. Bunların asılları bize kadar gelmiş.”
Gözümün önünden bir sergi hologramı geçti. Resimler, kitaplar, tokalaşan, konuşan insanlar… Aralarında bana da benzeyen ama biraz yaşlı olan birisi de vardı. Sanki benim ağabeyimdi. Onu görünce gülümsedim.
“Bu resimleri ben mi yapmışım? Bu kitapları ben mi Yazmışım?”
“Ne sandın? Aslan büyük dedem benim! Seninle gurur duyuyoruz. Sen şu anda kendini tanımıyorsun. İleride yeteneklerini tanıyıp geliştireceksin!”
“Ben böyle resimler yapacaksam, kitaplar yazacaksam yarın işe başlamam gerek.”
Bunları görmek de çok hoşuma gitmişti. Bunları görünce umutlandım, rahatladım. Ama kafamda gene de beni rahatsız eden bir soru vardı. Daha çok dayanamayıp kafamda beni rahatsız eden soruyu sordum küçük torunuma:
“Ben tam hatırlayamıyorum, tüberkülozun ilacı neydi?”
Mycin
“Dede beni sınava mı çekiyorsun? Tüberküloz diye bir hastalık mı vardı? Şimdi merak ettim. Dur bilgi bankama bir sorayım.”
Kolundaki saat görünümündeki iletişim kutusunun düğmesine dokunup sorar:
“Tüberküloz hakkında kısa bilgi, ilacı nedir?”
İletişim kutusundan cevap gelir:
“Tüberküloz ölümcül bir akciğer hastalığıdır. ..mycin,…,… ilaçları çıktıktan sonra tedavisi kolaylaşmış,hastalık sonradan görülmez olmuş, adı unutulmuştur.”
Elimde olmadan söylenmişim:
“…mycin…”
O anda uyanmışım. Uyanmışım ama ter içinde kalmışım. Gördüğüm düşün etkisi hala devam ediyordu. Hatta uyandığım halde düşümde söylediğim sözcüğü tekrarlamaya devam ediyordum:
“…mycin.”
Gülümsedim. Torunumun torunu belki de beni kurtaracaktı. Hemen yanı başımdaki masada bulunan deftere ilacın adını yazdım. Sonra ilacın adını bir de küçük kâğıda yazıp cebime koydum
Düşümde küçük torunumu görmem, değişik bir ortamda gezmem, bir de ilaç adı öğrenmem bana iyi gelmişti. Ya o resimler, ya o kitaplar? Ben beni tanımak için; yeteneklerimi tanımak, geliştirmek için hemen iyileşmem gerekti. Hemen iyileşip çalışmaya başlamam gerekti. Kalkmak, bir an önce bir şeyler yapmak için içimden bir istek bir güç gelmişti. Sabaha doğru uyanınca kendiliğimden kalkıp doğruldum. Kardeşlerim ıslak çamaşırlarımı değiştirmeme yardım ettiler. Ben geceliklerim yerine normal giysilerimi giydim. Hasta olalı kendimi bırakmıştım. Zayıflayınca, halsiz kalınca belim bükülmüştü. Kaç haftadır sakallarımı kesememiştim. Bu beli bükük, sakallı görünüşümle yirmi beş yaşında bir delikanlı değil, seksen beş yaşında bir dedeye benziyordum. Kalkınca dede gibi yürümeyi bıraktım. Delikanlı gibi dik yürüyerek dışarı çıktım. Tıraş olup sakallarımı kestim. Kolonya süründüm. Kardeşlerime de verdim. Bana bir canlılık gelmişti. Bunu gören ev halkı şaşırdı. Anam:
Bir kere daha görünmem gerek
“Hayır mı oğul? Neyin nesi bu hazırlık? Yolculuk mu var?”
Ben şaka yollu:
“Yolculuk var ama ahrete değil, hastaneye gideceğim.”
Beraber kahvaltı yaptık. İştahım da yerine gelmişti. Anam bir bardak ballı keçi sütünü içmeme sevindi.
“Allaha şükürler olsun bu gün iyi görünüyorsun.”
“Ana ben iyileştim. Şehre gidecek kamyon var mı? Benim doktora bir kere daha görünmem gerek.”
“Tamam, gidilsin. Kardeşlerinden birisiyle git.”
“Kardeşime gerek yok. Ben yorgundum, dinlendim. Şimdi iyiyim. Yalnız başıma gidebilirim.”
Anamın içinin rahat olması için delikanlı gibi dik yürümeye çalıştım. Dereye kadar geldim. Orman içinden gelen odun kamyonlarından biri beni şoför mahalline aldı. Onunla Antalya yol kavşağına kadar gelebildim. Orada bir otobüse binip Antalya’ya gittim. Otobüs Devlet Hastanesi yakınlarına gelince indim. Bana bir gayret gelmişti. Sanki torunumun torunu yanımdaydı da bana yardım ediyordu. Hastaneye geldim. Hastanede amcaoğlum vardı. Hastabakıcı olarak çalışırdı. Amcaoğlum benden büyük olduğu için ona amca derdim.
“Amca ben geldim.”
Amcam elimi sıkıp “Hoş geldin!” dedi ama bir tuhaflığı vardı. Bana bir yabancıya bakar gibi bakıyordu.
“Amcam çıkaramadım, sen kimsin?”
Allah’tan ümit kesilmez
Hastanenin giriş kapısı önündeydik. Yan tarafta bir boy aynası vardı. Boy aynasında kendimi görünce amcama hak verdim. Çünkü kendimi ben de tanıyamamıştım. Geniş bir giysi içinde neredeyse iskelet gibi bir adam. Göz çukurları, yanaklar çökmüş; elmacık kemikleri çıkmış bir deri bir kemik… “Bu ben miyim?” diye söylendim. Amcama tanıyamadığım aynanın içindeki adamı tanıttım: Amca ben hastayım. Görev yerinden geliyorum. Beni bir doktora göster.”
Amcam beni sesimden tanımış olmalı ki çığlığı bastı:
“Amcam n’olmuş sana böyle?”
“Ben hastayım. Yaz tatilindeyim. Hastalığım kötü.”
“Sen şurada oturadur. Ben kayıtları yaptırayım seni iyi bir incelemeden geçirelim. Nüfus cüzdanını ver!”
Amcam nüfus cüzdanımı alıp kayboldu. Biraz sonra elimden tutup doktor karşısına çıkardı. Doktor kulaklığı kulaklarına takıp elindeki aletle sırtımdan, göğsümden iç organlarımı dinledi. “Öksür!” dedi. Öksürdüm. O kulaklığı indirdi. Yüzü ciddileşti. Amcamın yüzüne bakmadan:
“Bir de röntgen çektirelim.”
Amcamla beraber röntgen odasına gittik. Akciğerlerin filmi çekildi. Film ile beraber doktor karşısına tekrar geldik. Doktor baktı:
“Daha çok ilerlememiş ama…” dedi. Birkaç ilaç yazdı. “Sakin, temiz hava, iyi beslenme… Allahtan ümit kesilmez.”
Ne demek istediğini anlamıştım. “Boşuna uğraşmayalım” demeye getiriyordu. Ben cebimdeki yazılı kâğıdı çıkarıp uzattım.
Ben gönüllü olurum
“Doktor Bey bu ilaçtan bulunur mu?”
“Bu ilaç yeni. Bunu başhekime soralım.”
Amcam ile başhekimin yanına geldik. Başhekim:
Ne o hayır mı?
Amcaoğlu kağıdı uzattı:
“Doktorum bu hastamız böyle bir ilaç soruyor.”
“Ne yapacakmış bu ilacı?”
“Kendisi tüberküloz hastası.”
“İyi de bu ilaçtan elimizde yok. Hastalar için daha deneme aşamasında. Yan etkileri olabilir. Biz hastalarda kullanamayız. Ancak gönüllü olursa kullanabiliriz.”
Ben araya girdim:
“Ben gönüllü olmak istiyorum. Şimdiye kadar tüberkülozdan kurtulan olmamış. Ha öyle ölmüşüm, ha böyle. Bir umut varsa denemeye değer.”
“Sen bilirsin. O zaman iş değişir. Şu form dilekçeleri doldurup imzalayın bu gün sipariş verirsek üç gün sonra gelir.”
Dilekçeleri yazıp imzaladım. Bir umut. Düşten gerçeğe uzanan bir umut. Amcaoğlum sordu:
“Nereden duydun sen bu ilacın adını? Bu ilaç daha kullanımda değil.”
Ben “Boş ver!” der gibi sağ elimi havada salladım:
“Anlatsam da inanmazsın ki.”
“Hayırlısı. Sabah ola hayır ola.”
Vur bakalım
Üç gün sonra gelince amcaoğlunun da yüzünde tebessüm vardı. Onun gözünde de umut parıltılarını gördüm.
“İlaçlar gelmiş. Bu paketin içinde yüz tane iğne var. Enjektör, enjektör kabı, iğne kutusu, testere, pamuk, ispirto, ispirto ocağı beraberinde. İyi de yaz gününde sen köyde duruyorsun. Bildiğim kadarıyla köyde iğne vuran yok.”
“Ne yapalım? Nasıl yapalım?”
“Bazı adamlar iğneyi kendi kendilerine vururlar. Senin cesaretin var mı? İğneyi kendi kendine vurabilecek misin?”
“Cesaret ne demek? İnsan zorunlu olunca bunun cesareti mi olur? Sen bana göster iğne nasıl vurulacak, ötesine karışma!”
Amcaoğlum benim bu cesaretime sevindi.
“Yaşa amcaoğlu. Sende bu cesaret varken bu iğneleri de vurursun, inşallah sonunda da bu hastalıktan da kurtulursun.”
Amcaoğlum orada bana doğru iğne vurmanın yollarını anlattı. Sonra da:
“Hadi bakalım beni yok say. Sen de köydesin. Kendi kendinesin. Vur bakalım iğneni!”
Ben ilaç paketinin birini açtım. İçindeki ilacı amcamın tarif ettiği gibi hazırladım. Kalçamdaki amcamın gösterdiği yere batırdım. İlacı kasların arasına gönderdim. Amcam yaptığım işi beğendi.
“İşte bu kadar! Usta imiş gibi yaptın bu işi. Bu yüz iğneyi yapıp bitirince gene geleceksin. Röntgen çekilecek, kontrol edilecek. Gerekirse ilaca devam edilecek.”
Ben de iğne yapmayı öğrendiğime sevinmiştim.
“Tamam amca. Yardımların için çok sağ ol. Üç ay sonra inşallah iyileşmiş olarak görüşürüz.”
Mezarlık koşusu
İlaçların parasını ödeyip ayrıldım. Köye geldim. İlaçlarımı kullanmaya başladım. İçimde bir umut. Benim hasta olduğumu duyan yakınlarım “Geçmiş olsun!” demeye geliyorlardı. Bana acıyarak bakmaları sinir bozucuydu. Bu komşuların bakışlarından, olumsuz konuşmalarından kurtulmak için evden kaçmaya başladım. Mezarlık bizim eve yakındı. Gündüzleri evde durmuyor mezarlığa gelip ağaç gölgelerinde yatıp uzanıyordum. Hem gölge hem sesiz hem bakışlarıyla, konuşmalarıyla rahatsız eden komşular yok, ne iyi derken orada da buldular. “Nasıl olsa yolun yakınlaştı. Yakında buraya geleceksin. Şimdiden kendini alıştırıyorsun değil mi?” demesin mi şom ağızlı kadının biri.
İyi besleniyordum. Tavuklar yumurtalarıyla etleriyle hizmete hazırdı. Babam arıcıydı. Bal vardı. Evde birkaç keçi vardı. Süt yoğurt eksik olmazdı. Bir teke kesmiş etini kavurmuştuk. Anam yemeklerimize her gün kavurma da koyuyordu. Bir hafta sonra dizlerime can gelmeye başladı. Ben de mezarlık tarafında yürüyüşlerimi her gün birkaç metre uzattım. Yoruluncaya kadar yürüyordum. Yorulunca biraz derin nefes alma alıştırmaları yapar, dinlenince dönerdim. Bir ay sonra mezarlığa kadar koşar oldum. Beni koşarken görenlere onlar daha soru sormadan “Keçileri kaçırdım da onları arıyorum.” diye laf atıyordum. Koşuları da her gün biraz artırdım. Koşu ile derin nefes alma alıştırmalarını beraber götürüyordum. İki ay sonra mezarlığa kadar koşarak gidip gelebiliyordum. Ağırlığımın arttığını herkes fark etti. Yüzüme kan, gözüme can gelmişti.
Yaşamak ne güzel!
Üç ay sonunda ilaçlar bitince tekrar Antalya’ya gittim. Gene muayene, gene röntgen… Sonuçta doktorun da amcamın da yüzü gülüyordu.“Geçmiş olsun!” dediler. “Eskisinden daha sağlamsın. Ama gene de dikkat et. Spor yapmayı, derin nefes alıştırmalarını bırakma!” önerisinde bulundular.
Ben onlara çoktan razıydım. Yüz iğne daha vurmaya bile razıydım. Vedalaşıp oradan ayrıldım. Üç ay önce düşüme giren küçük torunun dedikleri çıkmaya başlamıştı. Ya öteki dedikleri? Ötekilerin de ortaya çıkması için yapmam gereken bazı işler olduğunu düşündüm. Resim yapmaya yeteneğim olduğunu söylerlerdi. Yazı yazmaya da merakım vardı. Küçük torunumu yalancı çıkarmamak için bu konulara da zaman ayırmam gerekiyordu. Evde resim yapmak için zaten araç gereçlerim vardı. Çarşıdan birkaç resim boyası tüpü daha aldım. Baktım, bir vitrinde kullanılmış yazı makineleri vardı. Satış için üzerlerine fiyatları da konmuştu. Uygun fiyatta olan birini gözüme kestirdim. İçeri girip deneme yaptım. İ harfinin noktası iyi çıkmıyordu. “Sorun değil.” deyip makineyi satın aldım. Köye gitmek için otobüse bindim. Otobüste yerim gene pencere kenarındaydı. Arkamda oturan kadının kucağında bir çocuk vardı.
Çocuk, yeni konuşmaya başlamış, yerinde duramayan hayat dolu bir afacan. Anasının engelleme çabalarına rağmen saçlarımı tutup asılmaya başladı. Ben dönüp ona gülümsedim. Onu görünce üç ay önce köye gelirken otobüste gördüğüm anne, bebek aklıma geldi. O zaman yüzümü pencereye çevirip ağlamıştım. Şimdi gülüyordum. Geçen üç ay içinde benim beden sağlığım, ruh sağlığım üzerinde önemli değişiklikler olmuştu. O gün pencere kenarında ağlarken şimdi ise şu çocuk gibi gülebiliyordum. Pencereden dışarıya baktım. Mavi gökyüzü gülüyordu. Yol kenarındaki salkım söğütler gülerek bize el sallıyordu. Yol kenarında, kırlarda yayılan oğlaklar, kuzular meleşip oynaşıyorlardı. Doğa canlılık doluydu. Her şey ”Yaşamak ne güzel!” diye haykırıyordu. Bunları düşünürken uyuklamışım. İşe bak: Düşümde gene üç ay önce gördüğüm yakışıklı torunum… Ben düşümde de otobüsün içinde köye gidiyorum. Otobüs yolcu indirmek için durdu. Dışarıda, sırtında çantası, elinde kaykay ile bizim yakışıklı bana bakıyor; el sallıyor. Pencere camını kenara çekip el salladım:
“Sen burada ne yapıyorsun evlat?”
“Büyük dede sen gene kulaklarımı çınlattın! Seni tekrar görmek istedim. Dayanamadım, kayıp geldim.”
Düşümdeki otobüs yürüyünce torunum orada kalıyor, ben de uyanıyorum. Bakıyorum gerçek otobüsün içindeyim. Arkamda oturan afacan gene saçlarımı çekiştiriyor. Ya bana el sallayan küçük torun? Düş mü gördüm, gerçek miydi bir ara karıştırıyorum. Sonra bir arkadaki afacana bakıyorum, bir de dışarıda bize el sallayan salkım söğütlere bakıyorum, gülümsüyorum:
“Düş de olsa, gerçek de olsa yaşamak çok güzel!”
Bazı hikayeleri okurken ne kadarı gerçek, ne kadarı değil diye hep düşünürüm. Bu hikaye de onlardan biri oldu. Sürükleyici ve samimi bir öykü olmuş gerçekten.
Gönderdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Öykümü yayınladığınız için teşekkür ederim. Beğendiğinize sevindim. Öyküyü yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazmıştım. Tuz, biber oranında hayal gücüm de karıştı işin içine. Yazılarımın devamını da göndereceğim.
Bende bir okur olarak okudum.Benim gençlik döneminde yaşanmış.çok güzel kurgulamışsınız. Kaleminize sağlık. Akıcı anlatımınızla kolay okudum.
Öykümü 3 bölüm olarak yayınladığınız için teşekkür ederim. Öykümün yayınlanması bana yeni öyküler yazmak için istek, güç verdi. Beğenilirse yeni öyküler de göndermek istiyorum.
Sizin için ufakta olsa motivasyon kaynağı olabildiysem, inanın bu beni çok mutlu eder.
Ancak öykülerinizin beğenilip, beğenilmemesine bu kadar takılmayın derim.
Eğer bir övgü veya iltifat beklentisi içinde yazarsanız, motivasyonunuzu kaybederseniz.
Bunu çok önceleri yaşadığım için söylüyorum.
Ben yazarken kendimle savaşıyorum. Kendimi ve yazdıklarımı aşmaya çalışıyorum her seferinde.
İnsanlar yazdıklarımı yerden yere bile vursa, inadına vazgeçmiyorum ve yazmaya devam ediyorum.
Siz de öyle yapın.
Başkalarının ne dediğini pek önemsemeyin.
Ancak olumsuz eleştirilerden pay çıkarmakta da fayda var.