Sokaklarda – özellikle cadde aralarında ve tabii özellikle bizim 51124 no’lu sokakta – yüksek sesle müzik dinleyerek geçen tiplerden hiç ama hiç haz etmiyorum.
Bazen tepemin tası öylesine atıyor ki, balkona çıkıp en yakınımda duran birkaç saksı çiçeği fırlatayım şu puştun arabasına diyorum. Sonra da “burada çiçeğimiz vardı nereye gitti” gibisinden bir takım ucu açık ve sonu sağlığım için pek bir sakıncalı olan durumla karşılaşmamak için bu salakça fikrimden vazgeçiyorum.
Hemen diğer yanımda atılınca fark edilmeyecek türden başka şeyler çarpıyor gözüme.
Nedir onlar!
Soğan ve patates.
Mevcut ekonomik koşullarda pazardan almış olduğum son fiyatlarını geçiriyorum aklımdan hızlıca. Sonra da patatesi mi atsam acaba diye pek bir ehemmiyeti olmayan saçma bir düşünce için birkaç dakika ayırıyorum. Dili olsa beni bırak soğanı at diyecek ama diyemiyor işte. O diyecek olsa patates de boş durmaz ki. Sonunda birlik olup “kendin atlasana lan hıyar” bile diyebilirler gibime geliyor.
En çok da dinledikleri boktan müziklerden bıktım zannediyorum. Ya da klasik bir orta yaş sendromuyla birlikte sokakta top oynayan çocukların gürültüsünden bile rahatsız olup “gidin ötede oynayın lennn” gibisinden fırça atan amcalardanlaşmaya başladım.
Ya da her ikisi. İkisi de boktan bir durum zaten.
Niye böyle oldu diye düşünmeden de edemiyorum. Eskiden insanlar daha iyi müzikler yapıyordu gibi geliyor nedense. Öyle ya eskiden makam, nota, enstrüman, sanat vardı.
Ne zaman dijitale geçtik, adına müzik dediğimiz bu kültür de her şey gibi çürümeye başladı. Niche bile hayat müzik olmadan bir hata olurdu derken ne güzel söylemiş. Üstüne daha ne denir ki bilmem demeyeceğim ille de bir şey diyeceğim. Niche bunu söylerken muhtemelen Wagner, Vivaldi dinliyordu ama şimdi durum öyle mi?
İnsanların teknoloji nimetlerinden uzak, ama bir o kadar da sıcak ve içten zamanları. Mesela 16. ve 17. yy dan Shakespeare dönemlerini ele alalım. Tiyatro oyunları daha elektriğin yaygınlaşmadığı bir dönemde mum ışığında oynanıyordu. Perde araları barutla duman yaratıp öyle kapanıyordu. Ara sıra yangın çıkması gibi talihsizlikler de vuku buluyordu ama sanat vardı sanat! Oyuncular perde arasını bir mumun bitimine göre ayarlıyordu, gecikmeler yaşanmasın diye de oyununu oynarken göz ucuyla yanıp bitmekte olan mumu kontrol ediyordu istemsizce. Ne de sıkıntılı zamanlarmış. Öyle bir sahnede verilmiş onca emeğe karşı en sıradan oyunda bile seyircinin 10 dk ayakta alkışlamaması icap ederdi bana göre.
Artık ne o oyunlar, ne o nitelikli izleyiciler, ne de adam gibi müzik yapan ve dinleyenler var. Her şey ucuz ve sıradanlaşmış durumda. Her şey orijinalinin bit pazarında bulunabilecek ucuz bir çakması gibi.
Hadi o kadar eskiye gitmeyip 20. yy dan başka bir örnek vereyim. Ennio Morricone’nin, For A Few Dollars More filminin final düellosu için bestelediği müzik mesela. Tarihte eşine az rastlanır, rastlanılsa da her seferinde Ohaaa dedirtecek türden olaylar bunlar. Sergio Leone ile Ennio Morricone, alışılmışın dışına çıkıp gel biz önce müziği besteleyip, sonra ona göre sahne çekelim demişler. Ortada inanılmaz bir sanat ve emek var. Ama şimdiye bakıyorsun. Dandik bir senaryo ve yine onu takip eden dandik oyuncular ve oyunculuklar ve yine onu da takip eden üstüne uydurulup “bu şarkı bu sahneye çok yakışır denilerek” gelişigüzel konulmuş müzikler.
O yüzden Niche’nin hayat müzik olmadan hata olurdu sözünü, şu an duymak zorunda kaldığım zımbırtılar için söylediğini hiiiiiç sanmıyorum. Hatta bugün yaşasaydı kendisi bile “dalga mı geçiyorsun” gibisinden bir tepki verirdi.
Neyse ne…
Araç daha fazla uzaklaşmadan karar vereyim artık.
Soğanı mı feda etmeli, patatesi mi?
Çıplak Yazar - 1 hafta önce
Ben de yorumlarını özlemişim arkadaşım. 🙂
İşi Düştü Pezevengin...