Soru – Yazılarınızı nasıl yazıyorsunuz?
Cevap – Efenim ben bir yazar olarak yazılarımı genellikle adımın da hakkını vermek üzere bornozla ya da anadan üryan bir şekilde, biraz da nostalji olsun diye eski bir daktiloyla yazar-ım. Ara sıra komşular tıkırtılardan rahatsız olduklarını dile getirecek tepinmelerle beni akılları sıra uyarırlar ama kulağımdaki pamuklardan kendi daktilo sesim olmak üzere, hiçbir şeyi duymam. Zaten geçenlerde yaptırdığım testte de sağ kulakta desibel kaybı olduğunu öğrenince daha çok sevindim. Çünkü duyulmaya değer bir şey varsa o da Mozart ve Beethoven besteleridir. Evet evet ben yazılarımı her zaman Mozart ve Beethoven eşliğinde, kapkaranlık bir odada yazarım. Bazen de sek bir kırmızı şarap, bulamadığım zamanlarda ucuz boğma rakı ile bunu tamamlarım.
Her şey yazmaya hazır hale gelmeli benim için. Komşular, oda, karanlık, şarap, müzik, sağı solu tırmalamayan ve o an uyumuş olan kedim. Hepsi. Bir de sessizlik olmalı elbette. Geçen bu hususta valiliğe dilekçe bile gönderdim. O gün bugündür gece yarasından sonra bizim sokakta polisler devriye atıyor. Sinek uçsa, kanatlarındaki vızıltı duyulur hani. O kadar sessiz. Ama bu kez de polis araçlarından çıkan o renkli lambaların perdeye vuran yansıması dikkatimi dağıtıyor. İyisi mi ikinci bir dilekçe yazarak bunu da dile getireyim.
Soru – Yazmak için kendinizi nasıl hazırlarsınız?
Cevap – Önce yere sırt üstü uzanıp beynime kan gidişini arttırmak için ayaklarımı havaya doğru dikerim. Tabi bu şekilde durmak biraz yorucu olduğundan, en yakın koltuğa uzatırım ayakları. Beş dakika bu şekilde hiçbir şey yapmadan öylece uzanırım. Ardından gözlerimi kapatır, ellerimi göbeğimin üstünde kovuşturur sessizliği dinlerim. Sonra gözlerimi açıp ani bir hareketle yüz üstü dönerim. Ellerimi iki yana açıp hemen şınav pozisyonu alırım. Genellikle 20 tane çekerim ama bu sayıyı arada bir 30-40’a da çıkarırım. Sonra daktiloma uzun uzun bakar ve onunla konuşurum.
Soru – Konu mu sizi bulur, siz mi konuyu bulursunuz?
Cevap – Hayatım yollarda macera yaşayarak geçti. Kaç ülke gezdim, kaç insanla tanıştım bilemiyorum. Hiç macera aradığım olmadı, genellikle maceralar beni bulurdu. Sonra o maceraların içinden birkaç üzüntülü, birkaç neşeli hikayeler, konular kendiliğinden çıkardı. Konu aradığımı hiç hatırlamıyorum. Hep yazacak bir konum oldu benim. Olmasa da çekmecemde duran ilham zarlarımı çıkarıp defalarca atardım. Bu zarlar eğer üç atışın birinde çift gelirse, yazacak bir konu bulabileceğime inanırdım. Ve bulurdum da o konuyu. Şayet zarlar üç atışa rağmen bir kez bile çift gelmezse bu kez zarları bırakıp, pencere önüne geçerek dışarıyı seyrederim. Umumiyetle kedim de o anda kucağımda olur ve onun yumuşacık tüylerine her dokunuşum ve huzur veren her hırıltısı, bana yeni bir konu için ilham kaynağı olurdu.
Soru – Yazar, elverişli yazma ortamını kendisi mi hazırlar, yoksa bu ortamın doğmasını mı bekler?
Cevap – Siz az değilsiniz gerçekten. Yukarıda ortamımı kendim hazırladığımı söylememe rağmen beni böyle ters köşe sorularla yanıltmaya çalışıyorsunuz. Ama madem soruyorsunuz ben de bu numaranızı yemediğimi açıkça belirterek bir şeyler söylemek istiyorum. Aslında bu konuda size bir itirafım var. Hem öyle bir itiraf ki bu daha önce birine (yakın dostum da dahil) söylediğimi dahi hatırlamıyorum. Bir ara Hindistan ve Mısır ziyaretim olmuştu. Orada satılan tanrıça heykelleri çok hoşuma gittiğinden biblo niyetine üç-beş tane almıştım. Çalışma odama da büyük ayı takım yıldızını oluşturacak şekilde özenle yerleştirdim. Bu iş tütsü olmadan olur mu? Elbette olmaz. Yazmak için ortam hazırlamaya başlayacağım zaman bu tütsülerden de birkaçını yakarım. Mısır’dan ise II. Ramses’in güzel bir tablosunu aldım. Odanın ilk güneş gören kısmı ise bu tabloyu aydınlatıyor. İşte böyle maneviyatı derin, ilham kaynakları karmaşık bir yazarım ben.
Soru – Yazmak için günün hangi bölümünü (gece-gündüz) yada saatlerini seçersiniz?
Cevap – Günün her saati, tek elle barfiks çekerken ya da mutfakta yumurta pişirirken hep yazarım ben. Ama yazarım dediysem öyle daktilo başına oturup adam akıllı yazmaktan söz etmiyorum. Daha çok gömleğimin üst cebinde taşıdığım küçük not defterime yazarım. Olur olmadık zamanlarda aklıma gelenleri unutmayayım diye kendimce böyle bir çözüm buldum. Ara sıra not defterimi unuttuğum da olduğu için yedek olmak üzere hemen hemen her odada bir küçük not defteri koydum. Bir keresinde dört gün boyunca ara ara not aldığım defterimi gömleğimin cebinde unutup makineye attım. Üstünden bir dört gün daha geçti ama kendime zor geldim. Defter öyle bir ıslanmış ve buruş buruş olmuş ki, ilk bakışta defter olduğunu anlamak bile zordu.
****
İşte böyle…
Okurun kafasındaki düşünceleri biraz olsun gidermiş olmanın verdiği mutlulukla sorularınıza teşekkür ediyorum. Ayrıca esrarengiz bir yazar havası yaratmış olmakla birlikte palavranın da bu kadar dozu yeter diye düşünüyorum.
*Bu ne idüğü belirsiz yazı, bir Aziz Nesin hikayesinden esinlenip kaleme alınmıştır.
”Tek eller barfiks çekerken yazma” kısmında bi Emrah Serbes havası var derken…
🙂
Neyse ki trolleniyormuşuz.
Çok iyi yakalamışsın.
Çünkü onu yazarken tam da Emrah Serbes’in “ben Behzat Ç’yi tek elle barfiks çekerken de yazarım” dediği sözü aklıma gelmişti. 🙂
İlham veren müthiş bir yazı! Genç yazarlara ders olarak okutulmalı.
Teşekkürler. 🙂