Son günlerde her ne kadar eskisi gibi sık yazamıyor olsam da, aklımda yazmayı düşündüğüm ancak bir türlü oturup yazmaya fırsat bulamadığım konular hayli birikti. Aslında o an oturup yazacak vaktim olsa on dakikada yazıyı bitirip elden çıkaracağım, bunu biliyorum. Ama ne var ki günlük hayatın koşuşturmacası içinde blog yazmak, daha doğrusu blog yazmaya vakit ayırmak gerçekten de benim için lüks bir şey olmaya başladı. Bu yazımda da aklıma takılan ve insanoğlu olarak hayatımızın belirli dönemlerinde hepimizin aklına takıldığını düşündüğüm sorulara cevap aramak istedim. Aramak diyorum çünkü aslına bakarsanız henüz ortada benim de bulduğum bir şey yok. Bu yüzden cevap niteliğinde yazdıklarımın da ucu açık ve eleştirilebilir olduğunu, ayrıca belirtmekte fayda görüyorum. Hazırsanız başlayalım.
1 Hayatın anlamı nedir?
İlk soru hepimizin zaman zaman kendine sorduğu, bazılarımızın bulduğu, bazılarımızın bulduğunu sandığı ve bazılarımızın hâlâ aramakta olduğu ”hayatın anlamı nedir” sorusu. Böylesine derin bir konuyu bir kaç cümlelik keskin aforizmalarla anlatmayı geçekten çok isterdim. Ancak başarabilir miyim bundan emin değilim. Emin olduğum tek şey bu soruyu her düşündüğümde aklıma gelen Jiddu Krishnamurti‘nin şu sözleri oluyor:
”Hepimiz bu dünyayı altüst ettik, her birimiz. Çünkü yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyoruz. Yaşamak, var oluşumuz dediğimiz bu adi, sıradan disiplin altına alınabilen şey değildir. Yaşamak tamamen farklı bir şeydir,
son derece zengindir. Daima değişir. Ve biz bu ebedi hareketi anlamadıkça yaşamlarımız çok az bir anlam taşımaya mahkumdur.”
Bu satırları zihnimde o kadar çok tekrar etmişim ki, zamanında kitaptan altını çizmiş olduğum halde farkında olmadan ezberlemişim meğer. Sizi bilmem ama bu satırlar beni her zaman çok düşündürmüştür. Özellikle de hayatın ve yaşamanın ne olduğunu konusunda. Aslında J. Krishnamurti hayatın anlamından çok yaşamın ne demek olduğuna değinmiş bu sözleriyle. Bu nedenle hayatın anlamını sorgulamadan önce, yaşamın ne olduğunu ve hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiğini anlamamız gerektiğine inanıyorum.
Konuyu biraz basite indirgemek gerekirse hayat, siz bir şey yaşayana ve yapana kadar içi doldurulmayı bekleyen boş bir kap gibidir. Yani ben öyle olduğunu düşünüyorum.
Neden bilmiyorum üstteki satırı yazınca insanın duygusal anlarda dinlediği şarkılar geldi aklıma. Çok derin duygular içinde olduğunuzu ve o anda radyoda çıkan bir şarkıdan çok etkilendiğinizi düşünün. Sonrasında ezberlediğinizi ve defalarca da dinlediğinizi varsayalım. Burada şarkı hayatın kendisi olsun. İçini dolduran da sizin yaşadıklarınız. İşte hayat bana böyle içi doldurulmayı ve duygularımızla özdeşlemeyi bekleyen milyonarca nesnenin bütünü gibi geliyor. Kimi bir şarkı olur, kimi çok ama çok sıradan bir şey. Zaten önemli olan tekrar hatırlanmak üzere içi doldurulan nesnenin sıradanlığı da değil. Hatırlanmak üzere depolanan duyguların eşsiz güzelliği. Bu da elbette güzel yaşamak ve ince görmekle mümkün oluyor.
Basite indirgeme kısmını geride bıraktığımıza göre kafa açıcı ya da tam tersi zihin bulandırıcı bölüme sanırım geçebiliriz. Düşünüyorum da hayatın anlamı nedir sorusuna yanıt bulabilmek için acaba insan olarak yeterli donanıma sahip miyiz? Çünkü hayat ancak ve ancak algılayabildiğimiz ve anlatabildiğimiz kadarını ifade eder. İşte ben de hayatı yeterince algılamış olabildiğimizden endişe duyarak, anlatabildiklerimizin sınırlı olabilme ihtimalini düşünüyorum.
Hayatı boyunca bulunduğu mahalleden dahi çıkmayan, tam anlamıyla asosyal biri ile dünyayı gezip maceradan maceraya atılan iki farklı insanın hayatın anlamı nedir sorusuna cevap verdiğini düşünsenize. İyi kötü yorumları olurdu sanırım. Ancak bu yorumların hangisine doğru hangisine yanlış diyeceğiz. Ya ikisi de doğruysa? Olamaz mı? Demem o ki hayat, kişinin yaşadığı hayat tecrübesi ile doğru orantılı olup farklılıklar gösteremez mi? Hayatlar farklı olduğu için anlamların da farklı olması, her ikisini de doğru olduğu anlamına gelebilir diye düşünüyorum. Diğer yandan yanlış kabul edilebilmesi için belki hayat hakkında subjektif değil de, daha geniş bir yelpazeden tüm insanlığı kapsayacak ortak yönler olması gerekir. Bu da sıradan bir blog yazarı olarak beni aşar.
Naçizane hayat konusunda kendi fikirlerimi beyan ettikten sonra bu işten elimi eteğimi çekip sözü ehli kişilere bırakmak gerekirse, hayat hakkında kimlerin ne söylediğine de bir bakalım istedim.
- Schopenhauer için hayat boş bir şeydir. Halihazırdaki insan onu abartır. Bir başka sözünde ise hayat hakkında şöyle der: Hayat, en az acıyla tamamlanması gereken bir yolculuktan ibaret. Ancak daha da iyisi hiç doğmamış olmak.
- Nietzsche hayatın objektif bir anlamı olmadığını söyler. Onun için hayat sonsuz tekrar eden bir hiçliktir. (Hayat boş bir şeydir diyen Schopenhauer ile benzer ifadeler olduğunu söyleyebiliriz.)
- Kinikler‘e göre doğayla uyum içinde erdemli bir yaşam sürmek yaşamın anlamıdır.
- Albert Camus, ”Hayatın anlamı en acil meseledir” der. Ona göre hayata katlanıp katlanılamayacağı sorunu en büyük sorundur.
- Alfred Adler‘e göre hayatın anlamı, yaşam bütününe katkıda bulunmaktır.
2 Tanrı var mı?
”Belki” kelimesinin cevap olarak yakıştığı en nitelikli soru sanırım Tanrı var mı sorusu olurdu. İnsan olarak hep çizgimizin sınırlı olduğunu düşünmüşümdür. Bazı şeyleri keşfedip bu sınırları zorlarken, bazı şeyleri de sanırım hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Agnostizm’in güzel yanı da belki budur. Çünkü Agnostizm Tanrı var mı sorusunu ”belki” olarak cevaplar. Ancak bu soruya cevap arayan her sorgulayıcı bireye de şunu sormak istiyorum. Somut bir delil ile Tanrı’nın varlığını ya da hiç olmadığını öğrenseniz bu durum hayatınızı nasıl etkilerdi? Hiçbir şey olmamış gibi hayatınıza eskisi gibi devam mı ederdiniz, yoksa başta davranışlarınız olmak üzere bir çok şey değişime uğrar mıydı?
Evet bence bu soru Tanrı var mı sorusunu bir tık daha öteye taşıyabilir. Önemli olan Tanrı’nın olup olmaması değil, gerçeği öğrendikten sonra bizim bu gerçeği kalıdırıp kaldıramayacağımızdır. Neyse ki hiçbir zaman böyle endişelerimiz olamayacağı için hepimiz bu soruyu daha fazla düşünmeden, zihnimizden def edebiliriz.
Ancak Tanrı’nın olmaması durumunda, doğal olarak ortada Tanrı (Allah) korkusu da kalmazdı diye düşünüyorum. Bu da bizi hayal bile edemeyeceğimiz başka bir kaosa sürüklerdi. Kaosun ardından yeni bir dünya düzeni inşa edilirdi belki. Keskin yasaların olduğu ya da bireysel olarak ahlaki değer yargılarımızın (pozitif anlamda) en uç seviyede olduğu bir düzen.
Neyse ki Tanrı var! Olmasa napardık…
3 Kilo vermek için en iyi yöntem nedir?
İster inanın ister inanmayın ama obezite bir fakir sorunudur. Bizim genel algımız her ne kadar şişman insanı sürekli yediği önünde yemediği arkasında olarak değerlendirse de, aslında bu insanın kalitesiz bir yaşam sürdüğü aşikardır. Bu nedenle sanırım kilo problemi olan tek canlı da, yine biz insanoğluyuz. Hatta bazen kedi, köpek gibi beslediğimiz evcil hayvanları da bu soruna dahil ediyoruz. Ama doğada kendi başına yaşayan, daha doğrusu insanoğlunun dış müdehalesi bulunmadan yaşayan hiçbir canlı obezite sorunu yaşamıyor. Yani herhalde yaşamıyordur. Bunu daha önce zayıflamak için rejim yapan bir zürafaya ya da kanguruya denk gelmediğim için söylüyorum.
Kısaca almış olduğumuz fazla kiloların hepsi dengesiz beslenme ve kötü yaşam biçimine dayalı. Üstüne bir de pandemi sürecindeki hareketsizliğimizi eklerseniz, hepimiz bir güzel kıç büyüttük. Doğruya doğru. Ama fark etmediğimiz bir husus var ki, o da yemek esnasında midemizin mi, yoksa beynimizin mi aç olduğu konusudur. Çünkü beynimizin doyduğu sinyalini alması yaklaşık 20 dakika sürüyor(muş). Bu durumda hızlı yemek yiyen biri de, yavaş yiyen birine göre daha kolay kilo alıyor demektir. Çünkü adam doyduğunu geç anlıyor. Çaktınız mı?
Artık sorunu çözmek yerine, sorunun kaynağını anladığımıza göre daha yavaş ve tam çiğnemenin, bu işin altın kuralı olduğunu sanırım az çok anladınız. Öte yandan keşke fazla kilolar yerine, açlığa çözüm bulmuş olsak daha iyi olacak gibi ama neyse…
4 Uzayda yaşam var mı? (Evrende yalnız mıyız?)
Uzayda yaşam yok demek, denizden bir bardak su alıp bu bardakta canlı yok demekten farksızdır. Bu sözü bir yerde okuduğuma eminim ama nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Eminim siz de hayatınızın bir döneminde, kim bilir o dönem belki de beş dakika öncesine dayalıdır, gözlerinizi gökyüzüne dikip romantik bir akşamda yıldızları seyre durmuşken ”ulan acaba evrende yalnız mıyız” sorusuna saniyeler kadar olsa bile kafa yormuşsunuzdur. (Cümle çok uzun oldu bee, ama silmeyeceğim.) Eğer yorduysanız sizi tebrik ederim. Siz de az buçuk anormal bir insansınız demektir. Yani normal bir insan muhtemelen böyle bir soru sormazdı. Sorsa da etrafındaki diğer normal insanlar tarafından oturaklı ve usturuplu cevaplar alırdı. Şöyle mesela:
– Nuri abi acaba evrende yalnız mıyız? Uzayda farklı yaşamlar da olabilir mi?
– Ne diyon len Mustafa… Ne uzayı, ne yaşamı? Siktir et kafa yorma böyle şeylere çayını iç.
Yani demek istediğim bu soruyu iç sese değil de dışa dönük birinin yanında soracak olursanız, ortaya muhtemelen böyle bir diyalog çıkardı. Ahhh ahhh nerde o nitelikli sohbetler, kafa dengi ahbaplar neyse..
İşin ciddi boyutunu bir yana bırakacak olursak, 2010 yılında Discovery Channel’a konuşan Hawking‘in şu sözlerini de yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum.
“Eğer uzaylılar bizi ziyaret ederse Kristof Kolomb‘un Amerika’ya ayak basması gibi olacaktır. Bu yerli Amerikalılar için hiç iyi olmamıştı.”
Umarım o uzaylılar dünyayı bulamaz ya da bulduklarında ziyaret etmeye tenezzül etmezler. Yani düşünsenize milyonlarca ışık yılını aşıp gezecek bir teknolojin olacak, kıçı kırık dünyaya uğramak için mazot harcayacaksın. Bence tüm bu zırvalıkları boş verip, asıl dünyada yaşam var mı buna kafa yoralım.
Bir yabancıya kendi dünyanı nasıl tanıtırdın mesela? Adam gelmiş senin bulunduğun şehirdeki boş bir araziye indirmiş uzay aracını. İlk tanışan da sensin ohaa şansa bak. Ve sana diyor ki bana insanları anlat. Ne dersin? Ben olsam şunları söylerdim mesela:
– Abi biz tür olarak sabah 8 akşam 4 çalışıyoruz. Yol, yemek + ssk.
– Akşamları öyle dizi, netflix falan takılıyoruz.
– Sabahları şu an pandemi var diye çıkmıyoruz. Ama çok güzel sabah programlarımız var izlesen seversin.
– Boş zamanlarımızda nasıl daha boş kalabiliriz diye düşünüyoruz.
– Üniversite okuyoruz, sonra işsiz kalıyoruz.
– Bir müddet sonra ev, araba peşinde koşuyoruz. Zaten sahip olana kadar da yaşlanıyoruz.
– Evlen, çocuk yap ve öl.
Öyle işte başka bi bok yok. Siz de ne var ne yok?
Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmadan burada noktalıyorum.
5 Aşk nedir?
Her insan hayatında üç ya da beş, bilemediniz on kez aşık olmuştur. Sonra o onuncu aşkını da unutup on birinciyi bulur. Bu böyle sürüüüüp gider. Şaka mısınız arkadaşım tabi ki dalga geçiyorum. Yok öyle bir şey. Ama madem söz konusu aşk; kıçımı koltuğa iyice yayıp, bir kaç afili laf etmeliyim diye düşünüyorum.
Aşkı somut olarak bir nesne ile ilişkilendirecek olsaydım devasa bir alev topu olduğunu söylerdim. Şöyle ki bu alev topu uzaktan bakınca ışıldayan ve göz kamaştıran, biraz yaklaşınca insanın içini ısıtan, yumuşacık eden top. Sen ise bu alev topunun etrafından, o anda geçmekte olan minik bir gezegensin. Ama bu alev topuna cinsel bir kimlik vermeyin hayal ederken. O Aşk’ın kendisi!
Alev topu sana izin verirse yörüngesine giriyorsun ve etrafında dönüp duruyorsun. Bazen bu alev topunda patlamalar meydana geliyor. Her bir yanına adeta göktaşları gibi düşüyor ve derin çukurlar, oyuklar oluşturuyor. Hızın yavaşlıyor en başta, noluyo lan diyosun ve ne olduğunu bile anlamıyorsun. Sonra biraz parçalanıyorsun, biraz rengin değişiyor, yüzeyindeki sular kuruyor. Olsun diyorsun ben yine de bu yörüngede olacağım. Sonra daha fazla parçalanmalar derken oluyorsun bir yarım gezegen. Hafif de bronzlaşmışsın o sıra. Sonra yavaşş yavaş kendini teslim ediyorsun ve tamamen kül olmak üzere alev topuna doğru rotayı kırıyorsun. Sonunda öleceğini falan düşünüyorsun ama bedenin yeni bir kimlik kazanıyor. Ve o uzaktan baktığın alev topu benliğini öylesine sarmalıyor ki alev topu sen, sen de alev topu oluyorsun.
Evet. Sanırım aşk bu ya da bu olsa gerek. Yine de 19 satırla iyi anlattım. 🙂
6 Mutluluğun sırrı nedir?
Kimine göre hayat basittir, kimine göre ise karmaşık. Başımıza gelen talihsiz olayları kaderin bir cilvesi diye yorumlarken, yaşadığımız mutlu anlara nasıl bir yorum katmalıyız? Planlı bir yaşamın doğurduğu olumlu neticeler bütünü mü? Yoksa sadece tesadüflere dayalı bir dizi gelişigüzel olaylar mı? Mutluluk hangi ara sır oldu da onu böyle arar olduk sahi inanın ben de bilmiyorum. Ama gördüğünüz üzere ben de bu sırrı çözmeye uğraşıyorum.
Diğer yandan hayalindeki işletmeyi kurmak, piyangodan zengin olmak gibi durumların mutluluk verici olduğunu konusunda sanırım herkes hemfikirdir. Tıpkı sınıfta kalmak, işten kovulmak veya kripto borsasında dibi görmek gibi durumların mutsuzluk verici olduğunda hemfikir olduğumuz gibi. Ama bu durumlarda da yine devreye kişinin karakteristik yapısı, olayları değerlendirme ve yorumlama biçimi devreye giriyor.
Ek olarak hemen üstte mutluluk formülü diye bir görsel ekledim. Size garip gelecek ama bu görseli teyy 2009’da ilk blogumu açtığımda bir yazıya eklemiştim. Vay bee yıllar sonra mutluluktan söz ederken bir yazıma daha eklemek nasip oldu. Görseli muhtemelen anlayacağınızı düşünerek, çevirme gereği de duymadım. Anlamadıysanız da zahmet edip iki satır çevirin artık napim. Hem yukarıda yazdıklarımı, hem de görseli kafanızda birleştirince ortaya muhteşem bir şey çıkıyor benden söylemesi.
Bu yazıyı noktalamak için uygun bir satır olduğunun farkındayım. Ama cidden özlemişim yazmayı. Bırakın allah aşkına devam edeyim şurdan. (Yazar burada bir yudum kahve içti.)
Olayları yorumlama biçimimizin öneminden söz ettim ya size, aslında beni korkutan başka bir şey daha var. O da olaylar karşısında mutlu-mutsuz olmak değil de, duygusuz olmak. Hani bazı durumlarda anlık olarak bir şaşma belirtisiyle yüz kaslarımız gerilir, gözlerimiz fal taşı gibi açılır ya da istemsizce en umulmadık yerde neşe içinde bir kahkaha patlatırız. Hah işte tüm bu mutluluk ve mutsuzluk verici olaylar karşısında donuk bir zihin ile tepkisiz kalmak bana çok ürkütücü geliyor. Biliyorum öldürmeyen şey güçlendirir felsefesinden yola çıkarak o kişinin ”daha ağır olaylara maruz kaldığı gerekçesiyle” tepkisiz kaldığı düşünülebilir. Ama bu durum o kişinin sıradan insanlara göre olaylar karşısında daha dayanaklığı olduğu kadar, daha anormal bir yapısı olduğu anlamına da gelir. Her şey kararında güzel sanırım sanırım. (Tamam tamam nokta)
7 Ölünce ne olacak?
Bu konuya felsefi ya da duygusal bir cevap vermek mümkün. Ancak doğru mudur orası tartışılır. Bu yüzden daha somut olan mantıksal bir bakış açısıyla cevap aramak daha yerinde olacaktır. Ama buradaki asıl merak edilen ve üzeri ince bir örtüyle gizlenmiş olan soru ölünce ne olacak değil de, öldükten sonra ne olacak (nereye gideceğiz) sorusudur. Ve bu da tam anlamıyla bir metafizik konusu olduğundan bol keseden atmak oldukça mümkündür.
Bana kalırsa iki ağacın arasına güzel bir hamak kurup 1000 yıl sallanacağız. Bu iyi olanlar için geçerli. Biz sallanırken de başımızda elinde geniş ağaç yaprakları olan ve 1000 yıl boyunca bizi yelleyecek olan insanlar olacak. İşte bu da kötüler. Ben hamağımı kurar geçerim, bizim apartman yöneticisi de yellesin dursun artık napim.
Ya da farklı ve daha olası bir ihtimalle ölünce böcekler tarafından yenilip tüketileceğiz. Başka da bir bok olmayacak. Tatmin olmayan arkadaşları şu sayfalara alabiliriz:
- Vol 1 – Öldükten sonra vücudumuzda gerçekleşen acayip olaylar (ekşişeyler)
- Vol 2 – Cennet ve cehennem olmasaydı ( ciplakyazar)
8 İnsan hayatını nasıl yaşamalı?
Belki de şu anda içinde bulunduğum kıyafetlerim benim son kıyafetim ve bunu henüz bilmiyorum. Belki de bugün, evden çıkarken karıma son kez sarılıp öptüm ve bunu bilmiyorum. Hayatı hep son günümüz gibi düşününce yapmış olduğumuz ve yapmayı planladığımız bir çok şeyi daha iyi görme ve değerlendirme şansı elde ettiğimizi düşünüyorum. Var olmanın ne demek olduğuna dair arayış içindeyken, yaşamanın özüne de bir adım daha yaklaşıyoruz aslında. Çünkü ölüm gibi bir hakikat karşısında sade özde ve güzel olan şeyler dışında hiçbir şeyin bir anlamı kalmadığını anlıyoruz. (Okuduğunuz bu satırları bir kaç hafta önce, işe gitmek üzere servis aracını beklerken durakta yazmıştım.)
Evet zihnimi ölüm düşüncesinden hiçbir zaman mahrum tutmuyorum. Ve bana göre bu iyi bir şey. Bir çok kişi bana kalırsa ölümün gerçekliğini ve ondaki gizemli güzelliği tam anlamıyla idrak edemiyor. İdrak edemediği için de hayatın içindeki küçük mutlulukları hiçbir zaman göremiyor. İnsan olarak kendimizi dünyanın merkezine koyuyoruz. Her şey emrimize amade, her şey bizler için, en iyi biziz, en üstün de biziz. Dünyayı biz yönetiyoruz. Hep bu düşünce. Ama işin gerçeği hâlâ çok ilkeliz. Başta bu egoist düşüncelerden arınmalı ve doğa ana ile barışık yaşamayı benimsemeliyiz. Panteist olun demiyorum elbette ama doğadaki dengeyi, geri dönüşümü de bozmamak gerektiğine inanıyorum. Onun hükümdarı sahibi gibi değil de, onun bir parçası gibi yaşamaktan söz ediyorum.
İşte ölüm fikri de insana hep o toprağın ve doğanın, tam anlamıyla bir parçası olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor. Bu yüzden insanın hayatını, ölüm fikrini benimsemiş olarak yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Onurlu bir hayat da ardı sıra zaten kendiliğinden geliyor.
”Kim insanlara ölmeyi öğretecekse, onlara yaşamayı da öğretecektir.” – Montaigne
”İlerde gerçekleşmesi mukadder bir hadise olarak kendi ölümünüzü nasıl görüyorsunuz? Onu bütünüyle yok sayıp ölüm yokmuş gibi yaşamakla veya ölümü sık düşünmekle insan nasıl bir kazanım elde edebilir?” – Schopenhauer
İşin dini ya da iyi kul olma boyutunda olduğum için söylemiyorum bunları. Sadece bir kez gelmiş olduğumuz hayatın daha anlamlı yaşanması için ölümü düşünmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Ve gerçekten tüm kalbimle de inanıyorum buna. Ayrıca hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyen her türlü otoriteyi ve dayatmayı da özgür yaşam biçimine birer tehdit olarak görüyorum. Buna ana babanız, içinde yaşadığınız toplum, inançlarınız da dahil. Ama bu özgür yaşam biçimi diğer yaşam biçimlerine de öylesine saygılı olmalı ki, uzaktan bakınca parkta salıncak sırası bekleyen iki neşeli çocuğu anımsatmalı. (Biliyorum pek mümkün değil ama sadece hayal kuruyorum.)
İnançlı bir insan olduğum için, Tanrı var mı yok mu ikilemine hiç girmedim. Benim için bu soru uzun zaman önce cevaplandı.
Hayatın anlamı konusuna gelince, yazıyı 22 Nisan sabahı işe giderken okuduğum için işyerindeki arkadaşlara da bu soruyu sorma fırsatım oldu.
Şahsen benim için hayatın anlamı iyi bir insan olmak ve iyiliği sürdürmek.
Arkadaşlarımdan bazısı dünyevi hazları sonuna kadar yaşamak derken bazıları da dürüst insan olmak tarzında cevaplar verdi.
Diğer sorulardan mutluluğun sırrı, aşk ve ölümden sonraki hayat ilk soruyla ilintili olduğu için o sorularda ki cevaplarım belli.
Zayıflama konusuna girmiyorum. En az 15 kilo vermem lazım ama olmuyor. Baktım olmuyor, bakmıyorum artık.
Biz de uzaydayız. Elbette uzayda hayat var 😅😅
Aslında o başlıkta değinmek istediğim soru Tanrı var mı sorusu değildi. Tanrı’nın olup olmaması durumunda hayatımızda neler değişirdi, bizi nasıl etkilerdi sorusuydu.
Hayatın anlamına gelince mesai arkadaşlarınızla bu tür sorular paylaşabildiğiniz için gerçekten şanslınız bence. Tahmin edersiniz ki, herkesle konuşulmuyor bu tür şeyler. Ama onların verdiği cevapları da merak ettim açıkçası.
Ayrıca iyi bir insan olmak olarak verdiğiniz yanıt; sanırım her aklı başında, onurlu ve mütevazi bir yaşamı benimsemiş olan herkesin verebileceği ortak bir cevap olurdu diye düşünüyorum.
Dopdolu bir yazıydı…alkışlıyorum..
Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.