Bu cümle bana ait değil. Ferit Edgü’nün “Ders Notları” adlı kitabında geçiyor. Edgü’nün bu cümlesi kişinin yazarken hissettiği içsel baskıyı aklıma getiriyor. William Faulkner ise “Ben parası olduğu için iyi bir yazar olan hiç kimseyi tanımıyorum,” diyerek, yazarlığın ekonomik özgürlükten bağımsız olduğunu vurgular. Ona göre, bir yazarın ihtiyaç duyduğu tek şey kâğıt ve kalemdir. İyi yazarlar, zengin olma ya da başarı peşinde koşmazlar; onların önceliği yazmaktır.
Yani yazarlığın temelinde tutku ve azim yatıyor diyebilir miyiz?
Bana göre bunun en güzel örneklerinden biri Günter Grass. Alt-orta sınıf bir aileden gelen Grass, iki odalı bir apartman dairesinde yaşamış. Bırakın bir odayı, kendisine ait bir alan bile yokmuş. Kitapların, sulu boyaların ve diğer başka eşyalarının durduğu küçük bir köşeyi tek hazinesi olarak ifade eder. Bu şartlar altında yaşayınca gürültünün içinde okumayı da yazmayı da daha küçük yaşlarda öğrendiğini ekler.
Her yazar aynı görüşü paylaşmıyor tabii.
Etgar Keret, yazarken yalnız olmanın önemli olduğunu dile getirir. Kafeler gibi kalabalık ortamların romantik olabileceğini, ancak dikkat dağıttığı gibi yazma sürecinde gereksiz eylemlere de yönlendirebileceğini ifade eder. Yazma sürecinin, yalnızlık ve sessizlik içinde daha verimli ve etkili olabileceğini dile getirir.
Sessizlik konusunda yalnız değildir. Marcel Prous da sessizliği seven yazarlardan. Prous, gürültüyü engellemek için odasını mantar panolarla kaplayıp sessizliğinde içinde yazarmış. Geceleri yazmayı tercih eden yazar, çalışma masası ihtiyaç duymamış. Daha çok yatakta yazmayı tercih etmiş.
Ben çalışma masasına ihtiyaç duyan yazarlardanım. Hatta Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” kitabında belirttiği gibi kadınların yazabilmesi için ekonomik bağımsızlık ve özel bir odaya sahip olmaları gerektiğini düşünenlerdenim.
“Charlie’nin Çikolata Fabrikası”nı yazarı Roald Dahl, bahçesindeki küçük bir kulübede yazan yazarlardan. Yazar yaratıcı sürecine odaklanabilmek için bu kulübeyi özel olarak tasarlamış ve her gün belirli saatlerde mutlaka yazarmış.
Maya Angelou bana göre çok daha ilgincini ve biraz da maliyetlisini yapar. Bir otel odasında çalışmayı tercih eder. Sabah erken saatlerden öğle saatlerine kadar otel odasında yazarmış.
Amerika’da toplumsal tiyatroya öncülük yapan, politik tiyatro türünde eserler yazarak “Agit-Prop” türünün gelişmesine büyük rol oynayan Clifford Odets “Lefty’i Beklerken” adlı oyununu yarışma için bir otel odasında üç gün içinde yazmış.
Birçok yazarın kendine özgü yazma ritüelleri, yazdığı ortamlarla kurduğu bağ beni hep düşündürür. O zaman, “Murtaza” oyunu ile gönlüme taht kuran Orhan Kemal’in çalışma masası, daktilosu ve kitaplığını paylaşmak istedim.

Bu yazı Aylin Aktaş tarafından kaleme alınmıştır.
Faydalanılan diğer kaynaklar:
- Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 22(Özel Sayı), Aralık 2018.
- Rıza Oylum, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri, Seyyah Kitap
- Ferit Edgü, Ders Notları, Ada Yayınları
- Edmund White, Marcel Proust: Bir Yaşam, Sel Yayıncılık
- Maya Angelou, Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim” Everest Yayınları







Ferit Edgü’nün o cümlesiyle başlayan yazı oldukça dikkat çekici. Yazma eylemini bir ihtiyaç, hatta zorunluluk olarak ele alış biçimin sade ama doğrudan.
Farklı yazarların ritüellerine yer vermen metne çeşitlilik katmış, fakat bu kadar çok örnek arasında senin kişisel yorumun biraz geri planda kalmış gibi. Belki bir noktada kendi yazma motivasyonuna dönmek metni daha bütün kılardı.
Yine de yazının genel akışı sağlam; ağır bir dil kullanmadan, konuyu ciddiyetle ele almışsın. Okuması kolay ama üzerinde düşündüren bir metin olmuş.
Yazının sonunda Aylin Aktaş tarafından kaleme alındığını belirtmiştim ama yine de hatırlatmakta fayda görüyorum.
Benim kişisel yazma motivasyonuma gelince tek kelime ile “gözlem” diyebilirim. İş hayatı ya da sosyal çevreye bakınca aslında yazılası oldukça malzeme var. Olaylar ve kişiler, her biri kendi hikayesinin birer kahramanı gibi o anda orada oluyor. Tüm bunlara biraz da hayal ürünü serpiştirince hiç de fena olmuyor. 🙂
Yazarların yazma ve okuma süreçleri hep ilgimi çeker, bu yazın da bu sebeple benim için çok değerliydi. Ferit Edgü’den Woolf’a, Orhan Kemal’den Maya Angelou’ya kadar verdiğin örnekler işi yazmak olan herkes için ilham verici. Gürültüde de sessizlikte de yazabilmek, hatta okuyabilmek, son on yıldır mümkün hâle geldi benim için. Bunda iş yerimin ve evimin şartları malum. Ama hâlâ fırsat buldukça kütüphane sessizliğine sığınmaya çalışan biriyim.
Faulkner çok haklı, yazarlık gerçekten para ya da imkândan çok tutku ve azim işi. Biz blog yazarların da en sık karşılaştığı ve cevabı hep “hayır” olan sorudur ya: Blog yazarlığından para kazanıyor musunuz?
Günter Grass’ın küçücük köşesiyle Roald Dahl’ın kulübesi, Maya Angelou’nun otel odası yan yana gelince yazının her koşulda var olabileceği çok iyi anlaşılıyor. Ben de yazmak için kendime ait küçük bir alanın önemini çok iyi biliyorum. Bu çeşitlilik, yazmanın tek bir kuralı olmadığının göstergesi. Kalemine sağlık.
Ben artık para soranlara yıllık 200 bin falan diye cevap veriyorum. Ardından tahmin edeceğin üzere biz de blog açabilir miyiz sorusu geliyor. Tabi açabilirsin diyorum. Sonra başlıyorum anlatmaya…
Kafası allak bullak olduktan sonra çekirdek çitleme havasında keyifle seyrediyorum.
🙂
Yılda iki yüz bin TL! Ah keşke 🙂 Benim Instagram DM, bu ve benzeri sorularla dolu. İnsanların blog açmayı hâlâ soruyor olmalarına şaşırıyorum. Her birine ayrıntılı cevaplar yazmama rağmen teşekkür bile etmemelerine daha çok şaşırıyorum. Daha şimdiye kadar onca sorandan biri de demedi ki blog açtım, adresi bu, blog yazmaya başladım. İlk soru para kazanılıp kazanılmadığıysa cevap vermiyorum ama çoğunun ikinci sorusu zaten para oluyor. Bugüne kadar hiç şaşmadı. Umarım blog okuryazarlığı gelişir, hem bizim hem okurlar açısından.
Evren abi öyle bir dert yanmışsın ki bir muziplik yapıp anonim bir hesaptan – nasıl blog açabiliriz bu işten para kazanır mıyız diye sorasım geldi. 🙂
Alanadı ve barındırma ücretini çıkarsın yeter. Yazıyı ben zaten yazıyorum.
Artık o noktaya geldi gerçekten. İnsanlar uzun yazılar okumak yerine çabuk tüketilen içeriklere (instagram videoları gibi) yöneldi. Bir de yapay zeka uygulamaları var tabi. Yine de özgün içeriğin ve üretmenin değerli olduğuna inananlardanım.