Güncelleme : Uyanma Vakti başlığıyla 5. bölüm yayımlanmıştır. – 27.05.2018
Dünya’ya çirkin olarak geldiğim için annemi ya da babamı suçlayamam. Belki Tanrı’yı suçlardım ama çığlıklarımı duyduğundan emin değilim. Hiç kendi yüzünü bile görmek istemeyen birine rastladınız mı hayatınızda? Sırf bu yüzden evinde tek bir ayna dahi bulundurmayan? Bazen herkes gibi keşke benim de sıradan bir hayatım olabilseydi diye düşünüyorum. Ya da hepimizin Dünya’ya bir geliş amacı olması gibi, ucuz roman tesellileriyle avuturken buluyorum kendimi. Ama sonuç her seferinde aynı ve hiç değişmiyor. Ben buyum ve bununla yaşamak zorundayım diyorum kendime. Okul yıllarımdan bu yana, askerliğim ve bulunduğum birçok ortamda ardımdan ya da yüzüme karşı insanlar hep çirkin diye seslendi bana. Öylesine alıştım ki bu kelimeyi duymaya, biri ardımdan adımı söyleyerek seslense bunu tuhaf karşılıyordum. Bu yüzden bazen şehrin en yüksek binasına çıkıp, tüm insanlara asıl çirkin sissiniz diye haykırmak istiyorum. Çünkü zaman zaman kendimi şehirde istenmeyen biri olarak görüyordum. Bir kadın ya da adam beni görünce yüzünü ekşiterek ani bir hareketle çevirdiği anda, onlara baktığım için adeta kendimi suçlu hissediyorum.
Tüm bu anlattıklarımdan sonra sanırım içine kapanık ve kendi yarattığı hayal dünyasında yaşayan sıradan biri olduğumu anlamışsınızdır diye umuyorum. Çok zorunlu ihtiyaçlarım olmadıkça, dışarıya gündüz yerine gece çıkıyordum. Hatta sabah kahvaltısı için yiyeceğim ekmeği bile akşamdan alıyor, gündüz yiyordum. Anlayacağınız taze ekmek kokusunun bile özlemini çekiyorum. Ama insanların tuhaf bakışları daha fazla rahatsız ediyor beni. Bu yüzden birkaç kez bu durumu yenmeye ve üstesinden gelmeye çalıştım. Hatta kendime haksızlık ettiğimi ve durumun o kadar da kötü olmadığına inandırmaya çalıştım kendimi. Ancak tüm bunlar kendime fısıldadığım birer yalandan ibaretti. Üstelik son yaşadığım olaydan sonra, umudumun kalmamasıyla birlikte bunu daha iyi anlamıştım. Bir sabah mahalle bakkalından bir şeyler almak için evden çıktım. Sokağın başındayken aynı mahallede oturan Nurhan Hanım’ı gördüm. Kocası ceza evinde gardiyan olarak çalışıyordu. Adamla bir kaç kez merhabam olduğundan, Nurhan Hanım’da beni görünce tanır diye düşündüm… Öyle çok muhabbet edecek değildim elbette. Ancak bir günaydın deyip geçerim yanından diye düşündüm. Ama Nurhan Hanım, beni görür görmez evden çıkarken bir şeyler unutmuş edasıyla geri döndü.
Ben ise çok sonradan bakkal Hayri abiden öğrendim durumu. Meğer kadın hamile olduğundan çocuğum çirkin olur diye korkarmış. Bir şey diyemedim elbette, belki de kadın haklıdır. Doğacak olan çocuğu da, diğer tüm insanlar da, herkes biraz haklı… Peki ben? Ben haklı değil miyim acaba? Bunca dışlanmışlık hissi içinde hala yaşamaya devam ediyor olmam, gerçekten de takdir edilesi bir mücadele örneği değil de nedir? Hani ıssız adaya düşseniz, yanına alacağınız üç şey ne olurdu diye klişe bir soru vardır. Ben bu soruyu çok düşünüyorum son zamanlarda. Sahi acaba yanıma ne alırdım diye… Ne alacağımı bilemezdim ama, insan almayacağım kesin olurdu… Ya da çok zengin olsanız yapacağınız ilk şey ne olurdu sorusu. Kendimi değiştirirdim elbette. Bir, hatta iki, gerekirse üç estetik ameliyat ile, güzel bir yüze sahip olabilirdim. Ancak benlik olgusu içinde bunu yeniden düşünmeye başladım. Eğer çirkin olduğum için insanlar benden kaçıyorsa ve ben sırf bu yüzden kendimi değiştirmek istiyorsam, ben gerçekten de kendim mi, yoksa başkası mı olmuş olurum?
Kendim olmayı o kadar çok sevmediğim, ya da beceremediğim için sanırım başkası olurdum. Çünkü insanlar beni sevmedikleri gibi, benim de kendimi sevmeme engel oluyordu. Herkese karşı savaş açamazdım. Belki insanlara kendimi anlatabilirdim ama, kimseyle uzun sohbetler edecek kadar iletişim kurmadım. Arkadaş olamadım… İletişim kurduğum tek kişi, bana ara sıra nasıl davranmam ya da nasıl konuşmam gerektiği konusunda cevaplar veren iç sesim. Geçen gece eğer bu ses ile yeterince konuşursam delirir miyim diye endişeye kapıldım. Üstelik tam ışıkları söndürmüş ve uyumak üzere yatağıma yatmışken. Sanırım insan en çok gece yarıları hayaller kuruyor. Sonra birden başka şeyler düşünmeye başladım. Eğer dünyadaki tüm insanlar çirkin olsaydı ve sadece ben güzel bir yüze sahip olsaydım ne olurdu acaba? Kesin olarak iki şey olurdu sanırım. Bunlardan birincisi, beni ilahları yaparak tapınmaları olurdu. İkincisi ise; şu an olduğu gibi benden köşe bucak kaçıp, dışlamaları olurdu. Her iki ihtimali de bir teraziye koyduğumda, biri diğerine baskın gelmiyordu. Çünkü aslında benim hayali terazim, gözümle göremediğim hava kadar bile gerçek değildi. O gece insanların, herkesten ve her şeyden farklı olanı ya çok sevdiklerini ya da ondan nefret ettiklerini anladım. Mutsuzdum… Ama insanlara her seferinde yorgun olduğumu söyleyerek geçiştirmeyi tercih ettim.
Hafta sonu geldiğinde, oltamı alıp balığa çıktım. Öyle kalabalık arasında değil, nerede bir kuytu sakin bir yer varsa orada avlanırım. Maksadım balık tutmakta değildi zaten, sadece yaşama tutunmak için kendime küçük uğraşlar bulmaktı. Akşam olduğunda ise her zaman gittiğim, seyir kafeye uğruyordum. Şehrin tamamı ayaklarınızın altındaymış gibi bir manzarası vardı seyir kafenin. Hem tepede bir yerde oluşundan hem de geceleri soğuk olduğundan kimse pek uğramazdı buraya. Kafe sahibi Bahtiyar abi, bana belki de hayatta yakınlık gösteren tek insandı. Çevresinde pek sevilmeyen ancak bunu hiç sorun etmeyen sivri dilli, hayatı akışına bırakmış ilginç bir adamdı. Ona kör, topal, çirkin, uzun ya da kısa olmam hiçbir şey ifade etmiyordu. Saçlarının yarısı kırlaşmış hep dağınık ve uzundu. Sakalını ise kesinlikle sinek kaydı kesmezdi. Bu yüzden onu hiç sakalsız görmedim. Bir de beyaz bir vosvosu vardı. Ben hayatımda bir araba ile bu kadar duygusal bir bağı olan birini daha tanımadım. Günün 24 saati pırıl pırıldır. Yani Bahtiyar abinin eğer boş bir vakti varsa, o boş vaktin arasına vosvosunu silmeyi mutlaka eklerdi. Ayak ayak üstüne atmış, hafiften esen rüzgarla birlikte kafede oturuyordum. Salaş bir yer olduğundan yeni nesil modern ışıklar yerine, eski moda sarı lambaları vardı. Daha sonra Bahtiyar abi geldi yanıma. Bir sandalye çekip oturdu.
Sigarasını ağzından hiç eksik etmediğinden, anlam veremediğim sözleri de sıklıkla kafamı karıştırırdı. Hatta bir keresinde durup dururken kapılardan söz etmeye başladı bana. Oturduğu sandalyede göbeğini hafif öne doğru çıkarıp, arkaya doğru esnedi ve şöyle dedi:
– Kimse kapıyı önemsemez ama kapı çok önemlidir. Düşünsene açık bir kapı yüzünden insan hasta olabilir. Hasta olunca da işe gidemez. İşe gidemeyince de para kazanamaz. Ahşap ya da demir olsun hiç fark etmez. Kapı hep önemlidir. İnsan bir ev yapacak olsa ilk başta kapının yerini düşünür. Buna karşılık ne cevap vereceğimi bilmediğimden,
– Kapı.. kapı önemli tabi Bahtiyar abi.. Kapısız ev olur mu hiç gibisinden başımı öne doğru sallayarak dediklerini onayladım. Sonra durup şöyle dedi:
– Sen hiç hayatında aşık oldun mu çirkin?
– Olmadım Bahtiyar abi. Bana kim bakar ki bu halimle..
– Eğer sen çok yakışıklı olsaydın, şu anda senin olduğun gibi bir kız da çirkin olsaydı, sen ona bakar mıydın? diye sorunca kafam iyice allak bullak olmuştu. Çünkü kendimi ya da Bahtiyar abiyi kandırmaya ne gerek vardı ki? Emin olmadığım için, bilmiyorum dedim.
Belki bakardım, belki de bakmazdım. Ama biliyor musun Bahtiyar abi.. Onu görünce yolumu hiç çevirmezdim. Ona iğrenerek bakmaz, alay etmez, ardından çirkin diye bağırmazdım. Bahtiyar abi bir şey demedi. Belki de ilk kez onun bana söyleyecek bir şeyi kalmadı ve ilk kez o benim cümlelerim karşısında cevapsız kaldı. Bu yüzden yerinden kalkarak teselli edercesine hafifçe omuzuma dokundu ve gitti. Bahtiyar abinin bu geceki muhabbeti içimi iyice karartmış ve moralimi alt üst etmişti. Kafeden çıktıktan sonra yol üstünde bir markete girdim. Elimin uzandığı ilk votka şişesini alarak kasaya doğru yöneldim. Yüzümdeki öfke dışarıya yansımız olmalı ki, kasiyer kızın tedirgin bakışlarına şahit oldum. Ağzımı bile açmadan sadece parayı uzattım ve marketten çıktım. Votka şişesinin kapağını açıp, sek olarak market önünde kafaya diktim. İçimde zaten var olan bir yangını körüklüyor gibiydim. Daha sonra bir sigara çıkardım ve çakmağımı çıkarmak için ceplerimi yokladım. Çakmağım yoktu. Ağzıma gelen tüm küfürleri sıraladım. Sikeyim çakmağını da, sigarasını da.. Yolda gitmekte olan bir adama seslendim ve ateş istedim. Sigara kullanmıyormuş… İyice sinirlendim. Ama adama da bir şey diyemedim. Elimdeki votka şişesiyle, nasıl geldiğimi bilmeden gece yarısında kendimi sahil kenarında buldum. Kimsecikler yoktu. Denize karşı haykırmaya başladım. Herkesten nefret ediyordum. Akşamcı bir adam yaklaştı yanıma. Sesimi duymuş olmadı diye düşündüm. Ağzında yanmakta olan sigarasını görünce hemen ateş istedim. Adam gece yarısı ne diye bağırıyorsun denize karşı diye sordu. Kimse beni sevmiyor diyerek içerlendim bu tanımadığım yabancı adama. Babam yaşlarında olduğundan belki de o an şefkat gösterecek birine ihtiyaç duydum bilemiyorum. Boş ver dedi adam. Sadece boş ver. Benim de bir zamanlar sevenlerim vardı. Hem sana bir şey daha diyeyim. Senin etrafındakiler en azından sana bunu gösteriyor. Ya sever gibi görünüp nefret etselerdi diye konuştu adam…
Kafamın güzel oluşuyla birlikte söylediklerini algılama yetimi kaybettiğimi anladım. Daha fazla yanında durmadan iyi akşamlar diyerek yoluma devam ettim. Gece bar ve clubların açık olduğu caddelere kadar gelmiştim. Her yer gece geç saat olmasına rağmen insan kaynıyordu. Şehrin uyumayanları sanki bir araya toplanmış gibiydi. Renkli ışıklar, seyyar satıcılar, müşteri bekleyen fahişeler, taksiciler… Hepsi şehrin hayaletleri gibiydi. .. .. …. Gözlerimi nezarethanede açtım. Ne olduğunu elbette merak ediyorsunuz ama, o kalabalık içinde deli gibi koştum. Sonra üzerimdeki gömleği çıkarıp, ayakkabılarımı fırlattım. Herkese içimdeki her şeyi kustum adeta. Üstelik dayak bile yedim kalabalık arasında. Beni kimlerin neden dövdüğünü bile hatırlamıyorum. Toplum huzurunu bozmaktan ve toplum içinden uygunsuz davranışlarımdan dolayı polisler yakaladığı gibi apar topar karakola getirdiler beni. İki gün nezarette yattıktan sonra bir doktor geldi ve birtakım testler yapıp sorular sordu. Ardından mahkemeye sevk edildim. Açıkçası mahkemeye çıktıktan sonra para cezası ya da birkaç ay yatarım diye düşündüm ama, hâkim rehabilitasyon merkezinde 3 ay süreyle tedavi görmemi uygun görmüştü. İlk hafta beni ziyaret etmek için, beyaz vosvosuyla Bahtiyar abi geldi. Neler olduğundan falan bahsedip birkaç saat oturup konuştuktan sonra, yanında getirdiği birkaç parça şeyi vererek ayrıldı.
Birkaç ay içinde kendimi iyice bırakmış ve verdikleri ilaçlar yüzünden iyice sersemleye başlamıştım. Aynı süre zarfı içinde 68 kilodan 59 kiloya kadar düşmüştüm. İnce kıllı bacaklarımı pijamalardan geçirmek artık zor olmuyordu. Yalnız sevmediğim bir doktor vardı. 35 yaşlarında oldukça yakışıklı ve hovardanın tekiydi. Birkaç kez odama geldiğinde yanımda duran stajyer kızın poposunu mıncıkladığını fark ettim. Kızın tebessüm etmesiyle de her şeyi daha da iyi anladım. Anlaşılan herkes halinden memnun olmalı diye düşündüm. Ama ben bu durumdan yeterince rahatsız oluyordum. Bilemiyorum belki de o doktoru yakışıklı olması nedeniyle kıskanıyordum. İşler benim için uzun süre böyle devam etti. Çıktığımda sanki bambaşka biri gibiydim. Ama içimden bir şeyler de eksilmiş gibiydi. Ne bileyim artık balığa gitmiyor, gündüz dışarı çıkmaktan çekinmiyor, insanlardan saklanmıyordum. Bir ara gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. Önceleri kendimle sık sık konuşmama rağmen artık kendimle bile konuşmuyordum. Hala birtakım ilaçları kullanmaya devam ediyor ve içinde bulunduğum süreci atlatmaya çalışıyordum. Bir gün her şeyden bıktığımı ve hayatımın sonsuza dek böyle süreceğini anladım. Hani bir an gelir de varlığınızın hiç kimse için bir önem taşımadığını hissedersiniz… Ben de o gece bunları hissettim.
Kendime bile itiraf edemediğim intihar düşüncesini aklımdan bir türlü çıkaramıyordum. Hatta kendimi öldürmenin yollarını aradım ve hayali olarak bunu birçok kez gerçekleştirdim. Bunlardan ilki, doktorun bana vermiş olduğu ilaçları tek çırpıda yutmak. Uykuya dalar ve sessiz sedasız ölürüm diye düşündüm. İkincisi, Bahtiyar abinin seyir kafesinden kendimi aşağıya bırakmak. Asfaltta sağa sola dağılmış parçacıklar halinde toplarlardı sanırım beni. Bir diğeri ise; silahla kafama bir kurşun sıkmak. İşte günlerce buna benzer düşünceler içinde bocalayıp durdum. Çünkü hiçbir zaman düzenli bir hayatım olmayacak ve insanlar beni görünce sürekli kaçacaktı. Bununla yaşamak. Yaşamaya çalışmak artık gerçekten de tahammül edilemez bir hâl almaya başladı. O gece ben bunları düşünürken, sabaha kadar gözümü kırpmadım. Bir şekilde bu ölüm yolculuklarından birini seçip hayatıma son vermeyi aklıma koymuştum. Her şeyin bitmesini istiyordum artık… Sabah güneşin ilk ışıklarıyla perdemi araladım ve gözlerimi kamaştıran tenimi ısıtan güneşe doğru kısık gözlerle bakmaya başladım. Takvime baktığımda günlerden 22 Haziran perşembeydi. Acaba ölmek için güzel bir gün müydü?
Üzerimi giyindim ve sokaklarda yürümeye başladım. Okula giden çocuklar, durakta otobüs bekleyen memur kılıklı insanlar, çöpleri karıştıran kediler ve kepenk kaldırıp dükkanını açmakta olan esnaflar hepsine son kez bakıyor gibiydim. Bütün gün boyunca şehirde öylece gezip durdum. Daldaki kuşa, gökyüzündeki maviye her şeye uzun uzun baktım bugün. Eve geldiğimde ise, 33’lük tabancamı almış çoktan masanın üzerine bırakmıştım. Hiçbir şey yemeden sadece beklemeye başladım. Uykusuzluktan gözlerimin altı çökmüş ve bitap düşmüştüm. Damarlarımda akmakta olan kan bile sanki ağır ağır ilerliyor gibiydi. O an birden aklıma Bahtiyar abiye son kez uğramak geldi. Ama gitmedim… Herkesi ve her şeyi son kez zihnimde canlandırarak tabancayı şakağıma dayadım. Birkaç saniye, kapının çalmasını ya da bir şeyler olmasını bekledim umutsuzca… Böylelikle Tanrı ölmemi istemiyor diye düşünüp belki de vazgeçecektim. Fakat kimsecikler gelmedi.. Öylece kaldım. Gözlerim dolmuş, boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibi ağrıyor ve sesim çıkmıyordu. Perdeyi aralayıp son kez dışarıyı seyretmek istedim. Fakat hiç kimsenin olmamasıyla birlikte, karşı apartmanın önünde oturan siyah beyaz bir kediden başka bir şey yoktu. Kapattım perdeyi. Son kez kapattım. Eski ve yayları kıçıma batmakta olan kanepeme oturdum. Odama, eşyalarıma, duvarın rengine her şeye bir kez daha baktım. Daha sonra başımı kaldırıp duvarda asılı duran saatin saniyelerini izlemeye başladım. Tık tık seslerine bir ninni gibi uzun uzun kulak verdim.
Tabancayı tekrar şakağıma dayadım ve birkaç saniye sonra ortaya çıkacak olan manzarayı gözümde canlandırdım. Fakat birdenbire tabancıyı tutan elimin, benim elim olmadığı hissine kapıldım. Sahi ben kendimi mi öldürüyordum acaba? Ya da ben kendimi mi hasta etmiştim? Şu anda bu el benim mi, yoksa beni dışlayıp alay eden, her fırsatta hor gören, itip kakan insanların eli miydi? İşte her şey tam da burada başladı. En büyük değişimi yaşamıma son vermek üzere geçirdiğim, şu birkaç dakika içinde yaşamıştım. Kafamda adeta süper nova patlamaları olmuş ve etraftaki her şey yıldız tozu gibi boşluğa savrulmuştu. Yerimden usulca kalktım… Odanın içinde her bir yana ateş etmeye başladım ve şarjör bitinceye kadar hiç durmadım.
Sokaktan geçen insanlarda dahil bulunduğum apartmandaki herkes, silah sesleriyle paniğe kapıldı. 12 dakika sonra da kapıma sayamadığım kadar çok özel kuvvet dayandı. Oldukça sakin ve soğuk kanlı bir tavırla kapıyı açtım ve ellerimi başımın üzerine koydum. Polisler evin içini didik didik etseler de ortada ceset, kan ya da buna benzer bir şey bulamadılar. Sadece delik deşik edilmiş eşyalar ve duvarlardan başka bir manzara yoktu ortada. Böylece ikinci kez emniyete götürüldüm. Ancak savunmamı çoktan hazırlamıştım. Daha önce rehabilitasyon merkezinde yattığım için, yine işi deliliğe vurup bir şekilde bu işten de sıyrılmayı planlıyordum. Polislerin silahı nerden aldın ve evde neden ateş ettin sorularını soracağını bildiğimden cevaplarımı da ona göre hazırlamıştım. Fareler… Evet evin içinde sürekli fare görüyordum. Korktum ve silah aldım. Birkaç tanesini aynı anda görünce de panik haliyle etrafa ateş açmaya başladım. Polislere söylediğim tam olarak bunlardı ama akli dengesi bozuk birisi için bence gayet geçerli ve yutulması kolay yalanlardı. Sonuç tahmin ettiğimden farklı olmadı ve ceza almaktan kurtularak, ikince ve 6 ay gibi uzun bir süreliğine rehabilitasyon merkezine gönderildim. Deli değildim… Ama bir şekilde etrafımdakileri deli olduğuma inandırmış gibiydim. Buna belki kendim de dahil…
Rehabilitasyon merkezine yatırıldıktan sonra, bu kez aldığım ilaçlar daha da arttırılmış, tedavi sürecim ise çekilmez bir hal almaya başlamıştı. Aslında gayet kendimdeydim ama yine de ilaçların etkisiyle gün içerisinde yarı baygın bir halde dolaşıyordum. Aradan tam bir buçuk ay geçmişti. Sonra bulunduğum odanın karşısına genç bir kız yatırdılar. Açıkçası kendi adıma üzülmediğim kadar, onun için üzülmüştüm. Çünkü öylesine bir haldeydi ki, görür görmez içim parçalanmıştı. Bir bedenin içine hapsolmuş, üzgün bir ruhu vardı bu kızın. Sarı kıvırcık saçları sönük, gözlerinin altı ağlamaktan ve uykusuzluktan çökmüştü. Öylesine çaresiz bir hali vardı ki, ayaklarını yere sürüyerek yürüyordu. Akşam 18:30 ilacımı vermek için gelen hemşireye, dayanamayıp kızın kim olduğunu ve durumunu sordum. Hemşirenin deyişine göre; evlerinde yangın çıkmış. İki kardeşi, anne ve babası dışında sadece kendisi kurtulabilmiş. Duyduklarım karşısında gözlerim iyice ayrılmış ve hayretler içinde kalmıştım. Allah’ım ne korkunç bir hadise! Hemşire tam kapıdan çıkıyordu ki, arkasından yeniden seslendim… Başka yakını yok muymuş? Adı neymiş? Duymadı…
O gece nedense hep o kızı düşündüm. Huzursuzluk içinde yatağımdan kalkarak odanın içinde dolaşmaya başladım. Koridordan hiç ses gelmiyordu. Ay ışığının odamın penceresinden içeri doğru vurduğunu fark ettim. Ayağa kalkıp pencerenin önüne doğru yürüdüm ve hemen pencere dibindeki ılık kalorifer peteğine dokundum. Uzakta bir köpeğin havlama sesini duydum. Bulutlar ay ışığının önünden sırayla geçiyor ve ay ışığı sanki benimle saklambaç oynuyor gibiydi. Sabah olup dışarı çıktığımda, kızın kapısının açık olduğunu ve başında birkaç doktorun muayene için bulunduğunu gördüm. Kapı önünde dikilerek izlemeye başladım. Doktor beni görünce gözlerini dikti ama, o kapını önünden gitmeye hiç niyetim yoktu. Sonra kötü bir şey oldu ve kızı bir alt katta bulunan diğer odalardan birine taşıdılar. Bu bina üç katlıydı. Ben ise üçüncü katta kalıyordum. Giriş kat hep en yoğun ve en kalabalık olan kattır. İkinci kata çıkınca bu yoğunluk biraz azalır. Ama her katta mutlaka birkaç görevli ve hemşire bulunur. En üst yani bulunduğum kat ise, benimle birlikte sadece dört beş kişinin bulunduğu, en sakin yer. Aslında en üst kat olması işime geliyordu. Çünkü hem dışarıyı rahatlıkla seyredebiliyor hem de sessizliğin tadını çıkarıyordum.
Öğle vakti geldiğinde yemek yemek için aşağı indim. Gözlerim etrafta o kızı aradı ama göremedim. Burada en çok sevdiğim vakitler kesinlikle öğle yemeğinden sonraki saat. Çünkü oyun bahçesine çıkar gibi, sevinçle bahçeye çıkıyor ve canım istediği şeyleri yapıyordum. Ben buradaki insanları ikiye ayırıyorum. Hayır! İyiler ve kötüler değil… Çok konuşanlar ve hiç konuşmayanlar… Çünkü buradaki insanların çoğu ya gerçekten çok konuşuyor ya da hiç konuşmuyor. Geçen haftalarda yaşlı bir adamı getirdiler. Bu adam çok konuşanlar kategorisinde altın madalya için yarışan bir adam. Çünkü ilk karşılaşmamızda eğer bu kadar çok konuşacağını bilseydim, o merhabayı hiç demezdim. Sürekli konuşmasını bir kenara bırakarak, her an her saniye anlatacak bu kadar çok şeyi nereden buluyor diye merak ediyordum. Bir keresinde, ilk eşinden bahsetmişti. Saçından, kilosundan, giyiminden aklınıza gelebilecek tüm fiziksel ve ruhsal özelliğinden. Uzun uzadıya her şeyini anlattı. Öyle ki; kadın ziyaretine gelecek olsa, tanımadığım halde kapıda karşılayabilirdim.
Bir de buranın en az konuşanı diyebileceğim başka bir adam daha var. O ben gelmeden önce de buradaymış. Yani onu henüz iki aya yakın bir süredir tanıyorum. Aslında pek tanıdığım söylenemez ama hikayesini bilmeyen yoktur. Eşini ve üç yaşındaki kızını, bir trafik kazasında kaybetmiş. İşin kötü yanı aracı kendisi kullandığı için, olaydan dolayı hep kendini suçlamış. Vicdan azabı çekmesinin yanı sıra, kendini tamamen kaybetmiş durumda. Eğer yanından hızlı adımlarla geçecek olursanız, ya da kendi kendine konuştuğunu duyarsanız, ağzından sadece şu iki kelimeyi duyabilirsiniz. Yavaş git… Yavaş git… Yavaş git… Benim olduğu gibi, buradaki herkesin bir hikayesi var. Öğrendikten sonra hiç duymamış olmayı diliyorsunuz ama iş işten geçmiş oluyor. Hatta bazılarına ne olduğunu sormaya bile korkuyorsunuz. Çünkü bazı acılar öylesine derin ve karanlık ki, o karanlık herkesi biraz içine çekiyor.
Birkaç hafta sonra alt kata taşınan kızın iyice delirdiğini öğrendim. Artık onu ne bahçede ne yemek katında ne de koridorlarda görüyordum. Onu yatağa bağlamaya ve bir takım sakinleştirici iğneler vermeye başlamışlar. Bir şekilde onu görmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyordum. Nedensizce bu kıza karşı bir acıma duygusu ya da adını bilmediğim garip hisler karmaşası duyuyordum. Tüm bu hislerimin adını koyacak olsam bilmiyorum deyip geçiştirir ama yine de merak etmediğimi söyleyemezdim. Bu yüzden gece gizlice bir şekilde odasına gitmeye karar verdim. Hemşireler sabaha kadar iki kez kontrol için oda camlarından bakarak geçiyorlardı. Sanırım bu kontrol, içimizden birinin kendine zarar verip vermediğini ya da kendini öldürmediğini öğrenmek için yapılan bir kontroldü. Hemşireler dışında ara sıra koridorda güvenlik görevlileri de dolaşıyordu. Onları atlatmak daha zordu. Çünkü belirli bir rutinleri olmadıklarından işim tamamen şansa kalmıştı. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden hemşirelerin yapacağı ilk kontrol için beklemeye başladım. İlk kontrol saati gece yarısı 02:00 sularında, ikinci kontrol ise sabah 05:00 sularında yapılıyordu. Ve nihayet beklediğim saat gelmiş ve kapımın önünde belirmesini beklediğim gölge bir anlığına kendini göstermişti. Hemen harekete geçmek akıllıca olmadığından, hemşirelerin odalarına çekilip birkaç saatliğine bile olsa uykuya dalmalarını bekledim.
Yaklaşık yirmi dakika sonra yatağımdan kalktım ve kapı kolunu usulca çevirdim. Tahmin ettiğim gibi koridor bomboş ve sessizdi. Olabildiğince yavaş ve sakin adımlarla yürümeye başladım. Bir yandan korkuyor, bir yandan da kızı merak ediyordum. Merdivene doğru yaklaştığımda parmaklıklardan eğilerek aşağı katı kontrol ettim. Hiç ses yoktu… Alt kata indim ve kızın odasına doğru yürümeye başladım. O an birdenbire arkamdan bir fener tutulduğunu fark ettim. Yakalandım… Beni yakalayan güvenlik görevlisi Talat, bunun bir kaçma teşebbüsü olduğunu düşündüğünden beni görür görmez bağırmaya başlamıştı. – Çirkinnnnn… Kalbim delice atıyordu ve korkudan dizlerimin bağı çözülmüştü. O esnada nereden geldiğini bile anlamadığım diğer güvenlik görevlisi Emin karşımdan çıkıp gelmişti. Onlara çok sıkıştığımı ve tuvalete gitmek istediğim için odamdan çıktığımı söyleyebilirdim ama bunun bir yalan olduğunu anlayacak kadar iyi tanıyorlardı beni. Yine de umutsuzca denedim. Onlara tuvalete çıktığımı söyledim. Tahmin ettiğim gibi inanmadılar…
Bu küçük vukuatım, bir kaçma teşebbüsü olarak görüldüğünden ertesi sabah saçlarımı diplerinden kestiler. Gece hırpaladıklarını saymıyorum bile. Ama tüm bunların bile hiçbir önemi yoktu. Ben sadece o kızı merak ediyordum. Birkaç günü sonra, onu tekrar bahçeye çıkardıklarını gördüm. İlk geldiği güne göre çok daha kötü durumdaydı. Duruşu, sakinliği ve içine kapanıklığı usul usul solmakta olan bir çiçeği andırıyordu. Acaba onu gece odasında hala bağlıyorlar mıydı? Ya da kendisine bir zarar verir miydi? Onu gündüz bahçede o şekilde görünce daha çok endişelenmeye başlamıştım. Artık kesilecek saçlarım kalmadığından, gece gizlice odasına gidip ona bakmak için daha bir cesaretlenmiştim. O yüzden birkaç gün sonra yeniden gitmeye karar verdim. Beni yakaladıklarının ertesi günü gidemezdim. Çünkü birkaç gün güvenliği sıkı tutacaklarını biliyordum. Bu kez her şey yolunda gitti ve kimselere yakalanmadım. Kapısı kilitli olduğundan, ortadaki küçük camdan kafamı eğerek onu izledim. Yüzü diğer tarafa dönük ve ayaklarını karnına kadar çekmiş, sessiz bir şekilde uyuyordu. Alt kattan sesler gelmeye başladı.
O an birilerinin merdivenden yukarı doğru çıktığını duydum. Hızla kapısı açık olan temizlik odasına girdim ve saklandım. Güvenlik görevlisi Emin ve Talat gülüşerek bir şeyler konuşuyorlardı. Ses çıkarmadan saklandığım yerden gizlice konuşmalarını dinlemeye başladım.
– Anlatsana nasıldı iyi miydi?
– Ben böylesini görmedim. Yalnız kızı ilaçla uyuta uyuta iyice sersemlettik. Yakında adını da hatırlamaz bu. Ve kahkahalar…
Aşağılık orospu çocukları! Ona tecavüz etmişlerdi… Temizlik odasında duvar dibine çöktüm ve başımı öne eğip ağlamaya başladım. Ben ağladıkça gözümden yaş yerine kan geliyordu sanki. Daha sonra başımı kaldırdım ve o karanlık odada, karanlığın kendisine baktım. Gözlerimin bir insanınkinden çok şeytanın gözlerine dönmüştü. Öylesine nefret ve öfke doluydum ki, bakışlarımla birini öldürebilecek kudrete sahip gibi hissediyordum. Odama çıktım ve yatağıma uzandım. İçimde kalan son sevgi kırıntılarını ayaklarımla tepeledim. Artık ben de konuşmayan sessizlerden biri olmuştum. Yeryüzünde hissedebildiğim tek şey nefretti! Ertesi sabah uyandığımda onu yine bahçede gördüm. Yanına doğru yürümeye başladım. Ben ona doğru yürürken zamanın yavaşlamaya başladığını hissettim. Her bir adımım zeminle buluşana kadar, aradan sanki dakikalar geçiyor gibiydi. Yanına oturdum. Birbirimizin yüzüne bakmıyorduk. Birkaç dakika öylece bekledik ikimizde. Sonra başımı ona doğru çevirdim ve şöyle dedim: Onları öldüreceğim!
Kız gözlerimin içine uzun uzun baktı ve oturduğu banktan kalkarak yanımdan uzaklaştı. Bir şey demesini beklemiyordum zaten. Çünkü onu anlıyordum. Belki de anladığım içindi tüm bu her şey… Gün boyu aklımda olan tek şey Emin ve Talat’ı bir an önce öldürmekti. Bu düşünce zihnimi öylesine meşgul ediyordu ki, fazladan aldıkları her nefes için, daha da öfke duyuyordum. Bu yüzden bir gün bile yaşamalarına tahammülüm kalmamıştı. Bir şekilde onları öldürecektim. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Beni endişelendiren şey ise, yakalanma korkusundan çok, başarısız olma korkusuydu. Çünkü başarısızlığım sadece beni ele vermekle kalmayıp, ikinci bir teşebbüste bulunma şansımı da yok edecekti. Her şey tek seferde olmalı ve en ince ayrıntısına kadar sorunsuz olmalıydı. Gece yatağıma yattığımda onları nasıl öldürebilirim diye kafamda planlar kurmaya başladım. Bahtiyar abiden yardım istesem mi diye geçirdim bir an aklımdan. Ama onu bu işe karıştıramazdım. Ne yapacaksam tek başıma yapmalıydım. Belki onları gece kontrolü için geldiklerinde sancım var diyerek odama girmeleri için ikna edebilirim. Odama gelince de bir şekilde işlerini bitirim. Hayır hayır bu olmaz… Hem iki kişi gelirlerse onlarla baş edemeyebilirim.
Birbirlerinden ayrıyken ve farklı zamanlarda olmalı. Üstelik bunun bir kaza olduğuna inanmalılar. Eğer diğeri anlarsa onu elimden kaçırabilirim. Bunu dışarıda yapmalıyım. Bu yüzden bir şekilde buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıyım. O an aklıma yangın söndürme butonlarının kaçmak için ideal bir çözüm olabileceği geldi. Evet bu kesinlikle iş görür. Gece olup herkes odalarına geçtiği sırada butonlardan birini kırıp yangın alarmı verebilirim. Böylelikle herkes panikler ve o panik ile kaçma fırsatı bulabilirim. Eğer dışarıda yakalanırsam da kaybolduğumu ve dönmek için buraya bulamadığımı söylerim. Evet evet bana kesinlikle inanırlar. Ama yine de yakalanmamalıyım. Ertesi gün butonların yerine keşfetmek üzere binanın her yerini gezdim ve bana en yakın butonun merdiven yanında olduğunu gördüm. Saat ilerliyor ve hava kararıyordu. Beklediğim an geldiğinde ise, usulca butonun olduğu yere gittim ve camı kırarak yangın alarmı verdim. Tahmin ettiğim gibi güvenlik görevlileri ve diğer tüm hastalar panik içinde sağa sola koşuşturmaya başladılar. Bir görevlinin o anda, kapıları kapatın… Kapıları kapatın… diye bağırdığını duydum. Bu yüzden çıkış kapısı yerine duvara tırmanarak kaçmanın daha akıllıca olduğunu düşünerek duvara tırmandım.
Gecenin karanlığında koşarak hızla oradan uzaklaştım. Fakat nereye gideceğimi hiç düşünmemiştim. Çünkü plan öncelikli olarak sadece buradan kaçmaktı. Bu yüzden yakalanmayacağım ve polislerin bakmayacağı kuytu karanlık yerleri tercih ettim saklanmak için. Sabah uyandığımda bir kedinin çöp konteynerini karıştığını duydum. Yorgunluktan usulca bir çöp konteynerinin yanında uyuya kalmışım çünkü. Eve gidemezdim. Çünkü beni aramak için oraya gideceklerinden adım gibi emindim. Bu yüzden güvenebileceğim tek insan olan Bahtiyar abinin yanına gitmeye karar verdim. Ancak havanın kararmasını beklemek elbette daha uygun bir zaman olurdu. Havanın kararmasıyla birlikte Bahtiyar abinin seyir kafesine uğradım. Kapanma saati olduğundan içeride hiç müşterisi yoktu. Bu yüzden az da olsa kendimi rahatlamış ve güvende hissediyordum. Bahtiyar abi ilk başta taburcu olduğumu düşünse de ona kaçtığımı ve bir müddet yanında saklanmam gerektiğini anlattım. Beni saklamak zorunda değildi. Ama beni kırmayacağını da biliyordum. Uyumam için yatacak yeri olmasa da sandalyeler ve vermiş olduğu battaniye şu an için kâfi derecede yeterliydi. Aradan bir hafta geçtikten sonra kılık kıyafetimi değiştirip, rehabilitasyon merkezi etrafında gözcülük etmeye başladım. Maksadım elbette Emin ve Talat’ı gizlice takip edip oturdukları yeri ve yol güzergahlarını öğrenmekti.
Hangi günler izinli olduklarını, günün hangi saatlerinde vardiya değiştiklerini, kaçta gelip kaçta gittiklerini bildiğimden uygun bir saatte rehabilitasyon merkezi önünde beklemeye başladım. Önceliğim elbette Emin’di. Çünkü bu hafta gece vardiyasında görev aldığı için gece ona yaklaşmanın daha kolay olacağını düşünüyordum. O gece Emin saat 20:30 sıralarında çıkış yaptı ve yürümeye başladı. Hususi arabası olmadığından yolun aşağısındaki otobüs durağına kadar yaya olarak yürüyordu. Bu zaman dilimi onu öldürmek için en uygun zamandı. Fakat bir gün daha beklemeliydim. Çünkü onu nasıl öldüreceğimi hiç düşünmemiştim. İşin içinde yakalanmak ve hapsi boylamakta vardı. Üstelik bunun bir kaza olması gerekiyordu. Faka o an kızı düşündüm ve yaşadığı şeylerin her gün tekrar edebileceği ihtimali beni deliye döndürmüştü. Hayır bu gece olmalı. Daha fazla bekleyemem… Daha fazla yaşamasına izin veremem… Ona bir şekilde yaklaşmalıyım. Bindiği otobüse hemen arkasından binerek, arka sıralarda bir koltuğa oturdum. İnince de evine kadar peşinden gittim. Emin peşinde birisi olduğundan habersiz evine doğru yürüyordu. Tam eve girmek üzere anahtarları çıkarıyordu ki, onu belinden bıçakladım. Sonrasında ise hiç durmadan defalarca vurdum vurdum vurdum… Emin kanlar içinde yerde yatıyordu. Bir insanı öldürmenin hep zor olduğunu düşünürdüm. Oysa bir anda alıp verdiği nefesi son bulabiliyormuş insanın. Belki de Emin ve onun gibiler için hiçbir zaman vicdan azabı duymayacağımı bildiğim için o an en ufak bir pişmanlık duymadım. Ama yapılacak bir işim daha kalmıştı.
Ellerim ve üzerimde giymiş olduğum kolları yıpranmış ceketim Emin’in kanlarıyla dolmuştu. Birkaç saniye paniklemiş olsam da soğukkanlı bir şekilde oradan uzaklaştım. Elbette gidecek bir yerim yoktu. Üstelik üzerimdeki bu kanlı elbiselerle bir yere de gidemezdim. Bu yüzden havanın iyice kararması için beklemenin daha doğru olduğuna karar verdim. Şansım varmış ki, ara sokakların birinde inşaat halinde olan bir binaya denk geldim. Bina oldukça yüksek olduğundan saklanmak ve biraz olsun olan biteni sindirmek adına sakinleşmek için ideal bir yerdi. Yine de herhangi bir bekçi olacağını düşündüğümden binanın girişinde ‘’kimse var mı’’ diye seslendim. Binanın tamamen boş olduğunu anladığımda ise, merdivenlere doğru yönelerek yukarı çıkmaya başladım. Eğer sıradan bir gün olsaydı bu merdivenleri çıkmamak için bin bir bahane uydurabilirdim. Ama ne bugün sıradan bir gündü ne de ben eski ben… Yukarı doğru çıkarken basamakların her biri sanki şu anda ihtiyacım olan tek şeymiş gibi beni rahatlatıyor ve içimi huzurla dolduruyordu. Saatlerce oturup meditasyon yapan bir gurunun bile o an benim kadar huzur içinde olabileceğini düşünmüyordum. Ancak yavaş adımlarla çıktığım merdivenlerin bir müddet sonra hipnoz etkisi yaratmışçasına beni sersemlettiğini fark ettim. Çünkü birkaç saat önce öldürdüğüm Emin’i düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Emin öldü… Peki ya diğer Emin’ler… Hiçbir zaman varlığından haberdar bile olamayacağım, sürekli bir yerlerde başka çaresizlere zulmeden Emin’ler… Kendimi bir süper kahraman zannedip işlemiş olduğum cinayet ile şu boktan düzeni bir nebze olsun değiştirdiğimi düşünsem de aslında var olan kötülüğe sadece farklı bir odun atarak körüklemiştim. Belki de odun atan değil de ben ateşin kendisiyimdir. Sanırım bunu asla bilemeyeceğim.
İyi bir toplum yaratmak için, Emin gibi kötüleri ortadan kaldırıp iyileri yaşatmak mı, yoksa kötülerin üremesini tamamen önlemek mi gerekiyor? Sanırım bu da bilemeyeceğim ikinci şey olurdu. Bir yandan tüm bunları düşünüyor, bir yandan da içimdeki öldürme arzusunun esiri olup, neticede psikopat bir katil olmaktan korkuyordum. Farkında bile olmadan en üst kata kadar geldiğimi anladığımda, boş olan odalardan birine doğru yürüdüm. Saçlarımı dağıtan ve ensemi üşüten rüzgâr eşliğinde şehrin ışıklarını izliyordum. Daha sonra göğsümü olabildiğince şişirdim ve içime çekebildiğim kadar hava ile doldurdum. Onu düşünüyordum. Hatırladığımda bile içimde umut, gözlerimde parıltı yaratan kızı. Aynı zamanda bu parıltıyı karanlığa bürüyen Talat’ı. Emin’in ölümünün kısa süreliğine de olsa, Talat’ı rahatsız edeceğini ya da o iğrenç olayların bir müddet devam etmeyeceğini düşünüyordum. Bu yüzden ortalığın yatışması için doğru zamanı beklemeliydim. Ancak daha da öncesinde bu kanlı elbiselerden ve üzerimdeki bıçaktan bir şekilde kurtulmalıydım. Ortada bir suç varsa muhtemel delillerin yok edilmesi, olayı çözmek için polislerin işini zorlaştıracaktır. Bu işin sonunda yakalanır mıyım gerçekten bilmiyorum. Şayet yakalanacak olsam bile, bunun Talat’ın ölümünden önce olmaması için dikkatli olmalıydım. Aklıma ilk gelen şey üzerimdeki ceketi yakmak olsa da binanın en üst katından ateşin dikkat çekeceğinden korkuyordum. Bu yüzden gözüme ilişen çimento torbasını açtım ve kumla karıştırarak harç haline getirdim.
Ceketimi tamamen harca buladım. Eski ve her yeri harç olmuş bir ceket, belki bir AVM mağazasının ortasında olsaydı dikkat çekerdi ama bir inşaatın merdiven altında aynı dikkati çekemezdi. Bu yüzden ceketi harcın içinden çıkardığım gibi buruşturdum ve merdiven altında bir köşeye attım. Muhtemelen sabaha kadar kütük gibi donacak ve ondan tamamen kurtulmuş olacağım. Fakat kurtulmam gereken ceket dışında bir şey daha vardı. Bıçağı elbette aynı harcın içine atamazdım. Ancak yarım kalmış bir duvarın briketi içine beton dökerek oraya saklayabilirim. Denize atmak belki de daha mantıklı olabilirdi ama şu an için cebimde bir bıçakla sokaklarda gezmenin aptalca olduğu düşüncesi daha baskın geldi. Bu yüzden onu da briket içine harç dökerek gömdüm. Dikkat çekmemesi için ikinci ve üçüncü briketleri de sırasıyla üzerine dizdim. Artık bu bina bir nevi sırdaşım olmuştu. Bütün bedenim yorgunluktan ve uykusuzluktan bitap düşmüştü. Bu yorgunluğumun dinlenince geçeceğinden emindim ama ruhumdaki huzursuzluk ve yorgunluğun ne tür bir ilacı olduğunu bilmiyordum. Ağır adımlarla odanın diğer köşesindeki duvarın dibine oturdum. Gözlerim her ne kadar uykuya dalmak üzere olsa da tedirginlik bütün bedenimde ateşli ürpertiler gibi geziniyordu. Çok geçmeden de oturduğum duvar dibinde başım öne düşmüş vaziyette uyuya kaldım. Sabah üzerime doğan güneş ile uyandığımda, dün gece olup bitenlerin birkaç saniyeliğine de olsa rüya olduğu hissine kapıldım. Fakat ellerimdeki harç ve kan lekeleri bana uyanma vaktimin geldiğini söylüyordu.
harika bir hikayeydi. ilk başta gerçek sandım, o derece kendimi kaybetim. sonra şu hamile kadın olayını okuyunca çok güldüm. sanırım hamile olduğum için. canavarlı film izliyordu geçen eşim, hemen kafamı çevirdim. kadınlarda iç güdüsel bir hareket olsa gerek. tamam tabi ki bunlar batıl inançlar 🙂 ama bi insana yüz çevirmek, vuuu çok çirkin bir hareket olsa gerek. terbiyesiz kadın. var mıdır onlardan gerçekten, umarım yoktur..
Teşekkür ederim Büşra.
En son okuduğun yerden sonra yazmaya devam ettim. Sanırım bir kaç bölüm daha bu şekilde yazıyı güncelleyerek yazmaya devam edeceğim.
Bazen kendi yaptığım yorumlara bakıyorum da sanki başkası yazmış gibi hissediyorum. Çünkü yorumunuzu bugün tekrar okuduğumda verdiğim cevabın buz gibi olduğunu fark ettim.
Mesela hamile olduğunuzu söylemişsiniz.
İnsan böyle bir durumda güzel dileklerde bulunur değil mi? Ama ben bunun yerine teşekkür ederim Büşra yazıp bırakmışım.
Kısacası kendimi ayıpladım ve bunu açıkça söylemek istedim.
Doğacak olan çocuğunuz için tebrik ederim. Umarım sağlıklı bir afacan olur.
Bu çirkin güzelmiş:) Diger bolumleri de arayi uzatmadan okumak isterim.
Diğer bölüm yayınlandı efendim.
Evet
Sonra?
Ne tesadüf ki, bugün otobüste gelirken devamını düşünüyordum ve kafamda biraz da olsa taslak olarak hazırladım. Belki bugün yazarım. Sıkı takip ettiğin için teşekkür ederim. 🙂
Çok güzeldi. Belki burada olmama şaşırabilirsin ama ben artık içimden ne geliyorsa tepki de alacak olsam hemen gerçekleştiriyorum. Yaşımın verdiği cesaret mi, yoksa daha evvelki karşılaşmamızdaki ruh durumum mu sebep oldu o, şimdiki düşünceme göre en çok da benim saçmaladığım durum için üzgünüm. Kedilere üzülmen, en çok da bu beni çekti. Gerçekten güzel yazıyorsun. Ama cevap yazmazsan gerçekten kırılmam.
Ailemde çok sinir hastası olduğundan hikâye beni derinden etkiledi. Kalemine sağlık.
Teşekkür ederim Ece abla. Beğendiğine sevindim.
Hikayeler bazen düşündürücü, bazen üzücü, bazen de güldürücü olabiliyor. Ama bazen de hikaye olarak yazdığımız şeyler, birilerinin gerçekleri olabiliyor.
Hikayenin bittiğini gördüğümde içimi bir üzüntü kapladı. Umarım 5. bölüm gelecektir.
Başlangıcında çirkin bir insanın çirkin olmasıyla ilgili hikayesi şeklinde okurken, işler; öfke, intikam ve vicdan gibi çok farklı boyutlara da uğramış oldu. Zevkle okudum…
Anlatım şekliniz çok sürükleyici…
Okuduğun ve beğendiğin için çok teşekkür ederim. Hayır hikaye henüz bitmedi. Sadece biraz demlenmesi bekliyorum.
en kısa zamanda dinç kafayla okuyup yorumumu bırakacağım
ilk bölümü okudum. ilk cümleler karakterin bir kadın olduğunu düşündürdü. bazı yerlerde yazım yanlışı var. “Salaç bir yer olduğundan …” buradaki salacın anlamı farklı, salaş olması daha iyi olacaktır.
genel olarak beğendim. kendini okutturan bir hikaye olmuş.
Burada yayınlanmış olan Çirkin öyküsü aslında tam bir taslak diyebilirim. Çünkü bilgisayarımda word ortamında sakladığım versiyonunu neredeyse bitirdim ve çok fazla değişiklikler yaptım. Burada yayınlamadığım 4-5 uzun bölüm daha var. Ama ben yayınlamaktan ziyade bitirmeyi istiyorum. Bu da hemen öyle pat diye olmuyor. Değişik zamanlarda yazma isteği duyunca devam ediyorum bu öyküye. Ve benim neredeyse 2 yıldır yazdığım bir öykü. Dediğin gibi arada böyle yazım yanlışları var. Onları da fırsat buldukça düzeltiyorum.
okumak güzeldi emeğinize sağlık.
Naçizane; bir kaç noktada akıcılık kesiliyor ve ana karakterin tutkusu eksik duygularını daha da belirginleştirip farklılık oluşturulabilir. Tekrar emeğinize sağlık yeni keşfim sizi okumaya devam edeceğim.
Okuyup değerlendirdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Bu hikayeye başlayalı çok uzun zaman oldu. Hala da devam ediyorum yazmaya. Hikayede inanın çok fazla hata var ben de bu hataların farkındayım. Bu yüzden tüm hikayeyi Word belgesinde yeniden elden geçirdim.
Eklemeler, çıkarmalar imla hataları.. Anlayacağınız bir çok şeyi değiştirdim. Ancak güncel versiyonu yayınlamadım.
çok güzel bir hikaye olmuş teşekkür ederim size
Teşekkürler
Keşke her şey dışımızın çirkinliği ve bunun getirisi olan yalnızlık olsa.Çünkü insanın ruhu farklı olunca toplumdan daha bir uzaklaşıyor. Anlaşılmıyor ,anlatamıyor.Dediğimiz “Keşke biraz daha basit olabilsem yada sıradan.” oluyor.
Benim kafam karıştı. Bu okuduğum 5. bölüm sonu mu yoksa devamı var mı?
Eğer sonuysa bana sanki yarım kalmış hissi verdi.
Ve tabii; akıcı, okuması kolay ve güzel bulduğumu da belirteyim…
Kalemine sağlık…..
Devamı elbette var.
Hatta Word formatında yazıp bitirdim. Ama tam anlamıyla bazı şeyleri oturtamadığım için yayınlamak istemedim.
Sonra da yazdığım Word dosyasını kaybettim. Başkası mı sildi, ben mi yanlışlıkla sildim bilmiyorum.
İçimde bir hüzün gibi kaldı bu hikayenin devamı. O kadar çok şey yazmıştım ki…
Yeniden yazabilir miyim, yazsam öyle olur mu onu da bilmiyorum.
Belki bulurum.
“Yeniden yazabilir miyim, yazsam öyle olur mu onu da bilmiyorum.”
Evden çıkılamayan bu günler yazmaya müsait…Devamını bekliyoruz. 🙂
Son 7 aydır maalesef bilgisayarım yok.