Her sabah işe gitmek için bir saat on beş dakika yolculuk yapıyorum. Yıllar önce sıklıkla yaptığım şehirlerarası yolculuklardan edindiğim alışkanlıktan olsa gerek, bu işe gitme süreci beni pek yormuyor. Aksine, bu süreyi nasıl daha verimli geçirebilirim diye kafa yoruyorum.
Bu nedenle bir müddet bu zamanı, sesli kitap ve radyo tiyatroları dinleyerek değerlendirmeye başladım. Bir müddet sonra da (aslında dinleyecek bir şey bulamamış olmanın yarattığı boşlukla) kitap okumaya başladım. Önceleri sabahın bu erken saatinde beş on sayfa da olsa bir şeyler okumak zihnimi açıyordu. Hatta günün bekleyen işlerini ve diğer tüm şeyleri düşünmüyor; sadece kitabımla bütünleşip kahramanın yolculuğuna eşlik ediyordum. Ancak daha sonra işler değişmeye ve bu rutinim elimde olmayan sebeplerden ötürü bozulmaya başladı.
Malumunuz, kış saati uygulaması ülkemizde son yıllarda uygulanmıyor. Hâliyle, gökyüzünde ay ışığı ve yıldızlar eşliğinde işe ya da okula gitmek üzere hepimiz yollara düşüyoruz. Karanlık, “Hayır, aslında sabah olmadı ve gerçekten de gün aymadı,” diye bağırsa da çalmakta olan alarm sesiyle o güzelim sabah uykusuna veda edip sağa sola çarparak oda ışığını yakmak üzere en yakın düğmenin yerini arıyoruz.
Bir yandan telaşla hazırlanmaya çalışırken bir yandan da sese duyarlı otomatik sensör görevi gören kulaklarımızı açıp dışarıda yağmur var mı diye dinliyoruz. Eğer bir yağmur sesi varsa en yakın pencereye gidilip perde usulca aralanır. Hâlâ yanmakta olan sokak lambasının yaymakta olduğu ışığa birkaç saniye bakılarak emin olunur. O an, daha kalın bir şeyler giyme düşüncesiyle birlikte portmantoda şemsiye arayışı başlar. Şemsiyeyi bulup yanımıza aldıktan sonra ıslanmayacak olmanın verdiği mutlulukla nihayet sokağa çıkarız. Biraz da elimizdeki şemsiyenin verdiği güven duygusuyla dış dünyaya karşı kazanmış olduğumuz minik zaferimizin tadını çıkarırız.
Her şeye rağmen, yetişmemiz gereken yerlere sabahın o dinginliği ve sessizliği içinde huzurla yürürüz. Ve yağmur altında ve şemsiye açık elbette. Havanın henüz egzoz dumanıyla kirlenmemiş ve toprak kokusuyla bütünleşmiş kokusu, karanlığa rağmen içimize yaşama sevinci doldurur.

Yolculuk başlayınca büyük bir hevesle çantamızdaki kitabı çıkarıp okumaya başlarız. Nerede kaldığımızı, ayraç bulamadığımızdan uzunlamasına katlayıp koyduğumuz on lira söyler bize. Ancak ne var ki kitabın kapağındaki renkler bile zar zor seçilirken sayfaların içindeki karanlığa öylece bakakalırız. Kitap, hafif bir üzüntüyle kapatılıp çantaya olduğu gibi geri koyulduktan sonra gözler yeniden hafifçe kapanır ve yeniden umutsuzca bir uyuma girişimi başlar. Fakat uyuyamayız. Düşünceler zihnimizde dönüp dolaşırken, “Kitabımı kim çaldı?” gibisinden ilginç bir soru belirir aklımızda. Ve tekrar eden cevapsız diğer sorular… En sonunda sorular da cevapsız kalır ve bir ışık bekleyen oda karanlığında hepsi görünmez bir hâl alır.
Karanlık yoktu aslında. Olan şey ışıksızlıktı.
Yine de bir umut telefonu elinize alıp tüm bunları yazmak isterseniz. Bir şekilde içimden çıkıp karanlığa, aydınlığa, havaya, çamura karışsın isterseniz. Ve kendinize yolladığınız o ilginç mesajlardan birine başlamak üzere şöyle girersiniz cümleye:
Her sabah işe gitmek için bir saat on be…







SaYLo - 2 hafta önce
Balık çok zahmetli ama bir o kadar da rahatlatıcı 🙂 Unuttuğun an vicdan azabı çekiyosun 🙂
Kuştan kaçarken balığa tutulmak