Bazen kalabalık bir caddede yürürken sanki bir filmin içindeymişim ve o anda ağır çekimde birileri beni izliyormuş gibi, adımlarımın dizlerime kadar çekilip, kaldırım taşına tekrar değeceği kadar ki sürede geçen zamana kadar yüzlerce şey olup bitiyormuş gibi hissediyorum. Aynı şeyi burnumun ucuna düşen bir yağmur tanesinde de hissediyorum. O yağmur tanesinin bulutlar arasında doğuşunu, gökyüzünde kilometrelerce yolculuk ettikten sonra sekiz milyar insan arasında düşmek için benim burnumu seçmiş olması, yağmur tanesinin mi yoksa benim mi kaderim? Yoksa sadece üstüne pek de düşünülmemesi gereken, hatta tam olarak ”amannn” diye geçiştirilebilen sıradan şeyler mi bunlar? Peki ya yazmış olduğum son iki cümlemin başında bir şey anlatır gibi başlayıp sonunda bir soru işaretiyle bitmesi… Bu da yazının kendi içinde, kendi kaderi mi? Bilmiyorum. Bilmek istemiyorum. Düşünüyorum ama düşünmek de istemiyorum.
Bugün öğle yemeğine çıktıktan sonra Büyük Saat civarında bir çay ocağına uğradım. Aslında ara sıra uğrayıp zihnimi dinlendiriyorum burada. Kendimi hiçbir şey yapmamaya programlayıp sadece çay içmekle meşgul oluyorum. Çayımı yudumlarken de sokaktan geçen kedi, köpek ve diğer insanları izliyorum. Gün içinde o kadar yoğun oluyorum ki, ihtiyacım olan şeyin gerçekten de birkaç dakikalığına da olsa hiçbir şey yapmamak olduğunu hissediyorum. O sıra Bolkepçe lokantası kalan son yemeğini bitirmiş oluyor ve kalkmış olan son müşterilerin masalarda kalan boşlarını toplamakla meşgul oluyor. Derken birkaç yerli turist beliriyor çay ocağının çapraz karşısındaki eski sandık ve ahşap eşyalar satan dükkanda. Dükkan önüne dizilmiş ve yolu az buçuk işgal etmekte olan ahşaptan kum saatinin ve minik sandığın fiyatını soruyor.

Sokağın diğer köşesinden elinde fotoğraf makinesiyle bir kız beliriyor. Boynundan beline çapraz astığı çantasıyla her gördüğüne bir şey soruyor. Eski sokaklar… dediğini duyuyorum ama gerisi pek anlamıyorum. Biraz daha yürüyüp başkasına yine soruyor. Eski sokaklar… Bir ara bana da soracak diye bekledim. Hatta kendim tarif edeyim dedim o eski evleri ve sokakları. Sonra da bu fikrimden sanırım bu kıza iyilik etmiş olmayacağım düşüncesiyle vazgeçtim. İnsan ara sıra kaybolmalı bence bilmediği sokaklarda. Kendi arayıp bulmalı, ulaşmak istediğine. Yolu uzatmalı, uzattığı yolda aradığı yolun tabelalarını görünce ”yaşasınnnn yaklaştım ya da buldum” diye sevinmeli. Sevinebilmeli.

Çaycı bardağın boşaldığını görünce sesleniyor o sıra. -Abi tazeleyeyim mi? Olmam gereken yerlerde, olmam gereken saatte, olmak için kaç dakikam kalmış diye saatime bakıyorum. Bir çay daha içmeli mi, içmemeli mi? Kalkıp biraz yürümeli mi, yürümemeli mi? Derken cebimden çıkardığım iki lirayı uzatıyor ve teşekkür ederek kalkıyorum. Sonra o ağır çekim halleri tüm vücudumu yeniden sarıyor. Sanki evren yavaşlıyor da, ben o sıra zamanın farklı bir boyutunda etrafımda olup bitenleri izliyorum.
Sadece et ve kemikten ibaret, aslında hiç var olmamış ve -mış gibi yapmaktan öteye gidememiş, heba edilmiş ya da edilmek üzere olan hayatlar arasından usuuuul usul geçiyorum.
Gayet güzel tarif ettiğiniz bu durum bana kendini yukardan izlemeyi hatırlatıyor neredeyse. Elinize sağlık.
Çok akıcı ve sürükleyici cümleleriniz var elinize sağlık
Kaleminize sağlık.. Hayatın içinde kaybolurken çoğu zaman etrafımızda olanların farkına varmadan yaşıyoruz ve an’ı da kaçırmış oluyoruz.. Gün içinde durup kendini dinleyebilmek o an’a odaklanabilmek çok kıymetli..