Az evvel marketten sigara almak için dışarı çıktım. Havada hafif bir rüzgar vardı. Caddeye geldiğimde ise yolun karşısındaki market yerine, alkol satan küçük büfeyi tercih ettim. Dükkan önüne atılmış bir kaç küçük sandalye ve ellerinde bira şişeleri olan adamlar vardı.
İçeri girdim ve bir kırmızı kısa winston istedim. Her seferinde ”kısa kırmızı” dememin ardından ”kutu mu yoksa soft mu” sorusu geldiği için kutu diye de ayrıca belirtmek zorunda kalmak, canımı sıkıyor. Uzuncası da şöyle oluyor: bir kırmızı kısa winston, box olsun lütfen.
Eve döndüğümde ise uykusuz geçireceğim gecelerden birine daha girmek üzere olduğumun gayet farkındaydım. Yani dün gibi… Tek sorun sabah erken kalmak zorunda olduğum halde, zor uyanmak oluyor. Her seferinde o sabahın en tatlı uykusunu zorunlu olarak terk etmek ayrı bir koyuyor ama buna rağmen her gece geç yatmak nasıl açıklanabilir onu da bilmiyorum.
Gece geç saatlere kadar oturup, sabah göz altındaki morluk ve sersem bir yüz ifadesinden şikayet etmek, insanın kendisiyle bile geçinememesinin en güzel örneğidir. Aynaya bakınca şöyle iki tokat atıp uyandırmak isterseniz karşınızdakini, ama neme lazım birisi görür deli falan der diye vazgeçersiniz.
Hem kupa bardakta acı bir türk kahvesi içmek varken böyle şeylere ne gerek var? Ama bir yerlerde okumuştum yanlış hatırlamıyorsam sabah aynada kendi kendine sırıtmak insana kendini daha mutlu hissettiriyormuş. Ne kadar doğru ondan da emin değilim.
Bir haftadır geçmeyen sancılı bir boyun-bel karışık bir ağrı çekiyorum. Bir sabah uyandım ve tüm boynum tutulmuştu. Üstünden bir buçuk hafta geçmesine rağmen geçmeyince çareyi doktora gitmemekte buldum. Doğru yazdım gitmemek. Çünkü biliyorum doktor muhtemelen krem ve kas gevşetici bir ilaç verecek. Bunun yerine ben de evdeki kas ve eklem ağrıları için krem var mı diye anneme sordum. Olup olmadığını bilmiyorum ama bahse girecek olsam ”kesin vardır” derdim. Ve muhtemelen o bahsi de kazanırdım. Annem çok geçmeden kremi buldu ve boynuma sürmek için getirdi. Yine de bir okuyayım diye içindeki o çok katlı ve minik yazılı olan kağıdı çıkardım. Bir kaç saniyelik hızlıca göz gezdirmemin ardından aradığım şeyi görünce (kas ve eklem ağrıları için yazısı) aradığım şeyin bu olduğundan emin olduktan sonra sürmesi için anneme verdim. Bu kremlerin insanların atletine yapışan, üstelik iğrenç ve ağır kokusu olan türleri de var. Neyse ki bunun kokusu düşündüğüm kadar kötü değildi. Hatta portakal kokusunu andıran güzel bir kokusu vardı. Kas gevşetici ilaca gelince o yoktu. Belki de ecza deposu diyebileceğim bir evde olmayan tek ilaç oydu. Nasıl yoktu, böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Allah Allah…
Boynum hala ağrımaya devam ediyor. Hatta ben bu satırları yazarken bile ”benden de söz et” gibisinden sürekli bir dürtüyor beni. Oysa bilmiyor ki, yazının başlığına kocaman adını yazdığımı. Bugün nedense bu geçemeyen salak ağrıyı umursamaz oldum. Bu kadar söz ettiğime dayanarak bu umursamamış halin mi demeyin. Çünkü gerçekten beni sızlattığı anda o acıyı umursamadım ben. Ve bir otobüs yolcuğunda şunu düşündüm: Eğer birisi fiziksel ağrılarını umursamaz hale gelmişse, derinlerde manevi acıları vardır. Bende var mıydı? Yoktu. Ruhun gözyaşı falan olsaydı ve bir şekilde birilerinin bu ağlayan ruhlarını görebilseydik, birbirimizin dış görünüşüne değil ruhuna aşık olurduk. Ve bu aşk sonsuza kadar sürerdi.
Yine nereden geldim bu aşk meşk konularına bilmiyorum. Cidden rakı masası muhabbetlerini geçti yazdıklarım farkındayım. Ama yazıyorum ve böyle yazmak istiyorum karışmayın bana.
Rakı muhabbeti demişken geçen arkadaşım H.B. ile oturup muhabbet edelim, iki tek atalım diye buluştuk. İnsan sarhoşken ya sohbet iyi oluyor, ya da gerçekten saçmalıyor. Çünkü biz filmlerden falan girip, Alaska’ya, kızıl derililere, aya çıkan ilk astronot Neil Armstrong’a, ordan ikinci dünya savaşına, ordan da yahudi katliamlarına kadar falan konuşmadık şey bırakmıyoruz. Araya bir kaç güzel hikaye sıkıştırıldığını da hayal edin işte. Tadından yenmiyor. En kötüsü başını yastığa koyup gözlerinizi kapattığınız anda bile bir şeylerin (o karanlığın) size dönüyormuş gibi hissettirmesi oluyor. Çok pis bir şey. O yüzden tadında bırakmak en iyisi. Yani tadı dediğim, gözleri kapatınca dönmeyen türden olanı.
Dün usluer.net blogunda bir yazıya denk gelmiştim. Yazının başlığı şuydu: Nasıl Olsa Bir Kez Evleniyorsun İstediğini Yaptırabilirsin, bu tür konularda insan yalnız olmadığını görünce gerçekten seviniyor. Yani özellikle son yıllarda bizim toplumdaki kızların ne yazık ki çoğu bu düşüncede. Saçmasalak aşk-meşk dizileri, instagram hikayeleri falan her şey boktan bir hal almaya başladı. Bunu görüp fark eden de İsmail gibi ender adamlar o kadar. Yazık, cidden çok yazık… Mutlu olmak için evlenin kardeşim, borç ödemek için değil. Çeyrek olmuş 390 lira. Ben bunu yazarken 392 bile olmuş olabilir. Ona göre işte. Şunu da şuraya koyayım da belki okumak istersiniz.
Yaklaşık 2 yıl önce evlenmiş bir adamın evlilik sürecinde yaşadıkları ve bekarlara tavsiyeleri…
Neyse bırakalım bu evlilik süreçlerini falan da asıl konuya dönelim. Mesele şu ki; asıl konu da yok ortada. O zaman bodoslama dalarak bir yerden girip devam edeyim ben.
Bu gece test sürüşüne çıktım. 30 yaşındayım 6 yıldır ehliyetim var ama araba sürmeyi bilmiyorum. Ortada sürecek araba olmayınca biz de böyle rötarlı öğreniyoruz napim. Ama alt yapı var en azından. Sadece trafik tecrübem yok o kadar. Onu da bir kaç hafta içinde hallederim diye düşünüyorum. Eve dönünce (yazının başında da eve dönmüştüm farkındayım çünkü dün-bugün karıştı) bahçede bir güvercin buldum. Yani o saatte bizim bahçede tek başına bir güvercin olması, daha önce hiç rastlamadığım bir olay. Öyle masum bir şekilde titreye titreye duruyordu. Dayanamayıp aldım ve odama koydum. Yeminle elektrikli ısıtıcıyı kaç gündür yakmıyordum yani kendim için.
Bugün sırf o hayvan üşümüş diye yaktım. Sonra baktım ki; kuyruk kesik, kanatlar kesik… (İçimden ettim bu kez küfürleri) Belli ki kuş besleyen tayfalardan, yani seviyorlar desem ulan böyle sevgimi olur. Üstelik psikolojik olarak kendimi de kanatları kesilmiş hissediyorum son bir kaç gündür. Gel len ben bakarım sana diyerek aldım. Hatay spor atkısını da sardım bir güzel. Kanatları uzayana kadar kalır sonra da bırakırım. Ama bu kuşlar da salak kardeşim. Yani kuşsun, bir dişi falan gönderip kandırıyorlar seni. Sonra sen de Ahmet’in, Mehmet’in falan kuşu oluveriyorsun. Yani uç git kafana göre takıl hayatını yaşa. Kuş beyinli işte. (Bunu yazdığımı görmemiştir umarım.) Çünkü şu an tam yanımda yeşil bir çamaşır sepeti içinde duruyor.
Bahçede bırakmış olsaydım sanırım sabah kuşun kendisini değil, sadece tüylerini görmüş olurdum. Çünkü çok fazla kedi olduğundan, uçamayan bir kuşu da ham yapmaları an meselesi olurdu. Neyse ki bana rastladı da en azından bir gün daha fazla yaşamış oldu. Ya da ben mi bir canlının sorumluluğunu alarak bir gün fazla yaşıyorum emin değilim.
Son zamanlarda film izlemek ya da kitap okumak için pek boş vaktim olmuyor. Zaten bunu önceki yazımda da söylemiştim. Belki geçen sene farklı bir yazıda da söylemişimdir emin değilim. Arada boş zaman yakaladığımda ise;4-5 film ardarda, art arda, arda arda, izliyorum. Son izlediğim ve beğendiklerimi de yazıp öyle bitireyim istedim. Zaten hiçbir kategoriye girmeyecek kadar karmaşık bir yazı oldu. Bak şimdi yine iyi ki şu günlük kategorisini açmışım diye yine sevindim.
Öyle pek sulu göz bir insan olmamama rağmen, geçen gün uzun bir aradan sonra ilk kez bir filmde ağladım. Yani en son ne zaman ağladığımı hatırlamadığım için öyle dedim. Bana göre 2018 yılının en iyi dram filmi hangisi deseniz, kendi elimle ödülü Kefernahum filmine verirdim. Spoiler olayına hiç girmek istemediğim için en kestirmeden ”dram” seviyorsanız vakit kaybetmeden gidin izleyin.
Bunun dışında önerebileceğim ikinci film ise; yeşil rehber (green book) filmi. Film hakkında sadece şunu söyleyeyim: Gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Kefernahum gibi ağır bir dram yok ama yine de izlenmeli. Pişman olur da ”hay senin önerdiğin filme” diyecek olursanız buralarda olacağım.
Üçüncü film ise meşhur Queen grubunun solisti olan Freddie Mercury ‘in hayatını anlatan belgesel ve müzikal tadında olan muhteşem bir film Bohemian Rapsody. Müzikal filmler bir noktadan sonra çoğu insanı boğuyor. Ben de fazla sevmem ama Freddie Mercury rolüyle karşımıza çıkan Rami Malek çok mükemmel bir oyunculuk sergilemiş. Mr. Robot’tan her ne kadar kendisine uyuz olsam da, bu kez gerçekten hayran kaldım. Zaten 2019 En iyi erkek oyuncu ödülünü kapmasına da şaşırmamalı. Adam dibine kadar oynamış.
Rami’nin performansı bir yana, youtube videolarında film, Queen hayranları tarafından olukça eleştirilmiş. Yani işin açıkçası bazıları filmi pek beğenmemiş. Bana sorarsanız, ben çok beğendim. İzlemeyenin de kendi kaybı olur daha ne diyeyim.
Evet bir günlük yazısının daha sonuna geldik.
Rakı, kırmızı winston ve güvercin sevenlere selam olsun.
Ve film izleyenlere. Ve boynu tutulanlara. Ve uykusuzlara. Ve okuyan herkese.
Başka bir yazıda görüşmek dileğiyle iyi geceler.
Great Blog.