Hiç covid geçirmemiş insanlar covirgin olarak tanımlanıyordu değil mi? Evet evet öyle tanımlanıyordu. Genlerinde ne tür bir cevher saklıdır bu insanların bilinmez ama bunca vaka arasında hala yakalanmamış olmaları gerçekten de mucizevi bir şey. Hepsine birer üstün başarı ödülü verip tek tek tebrik etmek lazım.
Evet…. Her şey aslında tam olarak böyle başladı.
Her şey tam olarak –biz şimdi covirgin mi oluyoruz dediğim günün akşamına ateşlenerek, sabaha kadar cayır cayır yanmamla başladı. Çünkü tam olarak bu cümleyi kurduğum akşam virüse yakalandım. Şom ağızlılığın böylesi ne görülmüş, ne de duyulmuştur.
Evrene gönderdiğim salak bir mesajın, sıraya dahi konulmadan en öne alınıp bu kadar hızlı gerçekleşeceğini doğrusu hiç beklemiyordum. Yani nereden bilebilirdim ki? Üstelik mesajın mavi tik olup iletildiğini bir kenara bırakırsak, cevap gelmesi bile uzun sürmedi. Madem sen yakalanmadın all ulan.. der gibi. Tokat gibiydi bu mesaj.
Açıkçası bu yazıyı gerçekten covid, pandemi, aşı, aşı karşıtlığı gibi şeylerden herkes gibi iğrenecek derecede bıktığım için yazmayacaktım. Ama konu kendiliğinden başka yerlere evrilince bana da yazmak düştü haliyle.
Evet iki yıl sonra bu hastalığa ben de yakalandım ve bu süreçte gerçekten hiç hissetmediğim farklı duygular hissettim. Ateş, öksürük gibi hastalığın somut sonuçlarından çok psikolojik açıdan nasıl etkilendim aslında biraz bundan bahsetmek istedim.
Baş ağrım ve ateşlenmem olduğu halde iki gün aptal gibi işe gitmeye devam ettim. Neden bilmiyorum covid olabileceğim gerçekten aklıma bile gelmemişti. Bunun birinci nedeni covid bitti ve artık normale döndük düşüncesiyle herkesin rahat davranmasıydı. İkinci nedeni ise; defalarca aşırı kalabalık ortamlarda bulunup yakalanmamış olmamın verdiği rahatlıktı sanırım. Tühhhh! Neredeyse üçüncü ve neden sayılası kuvvetle muhtemel olan şeyi az kalsın unutuyordum. Üçüncü nedeni ise aynı akşam cin içmiş olmam ve ”ulan acaba beni cin mi çarptı” diye iğrenç bir espriyi de aklımın ucundan geçirerek alkolden etkilenmiş olma ihtimalimi düşünmemdi. Balkonda oturdum, serin hava da biraz çarptı, eee biraz da cin çarpmış olsa… Birleştir parçaları tamam işte.
Ama kalabalık ortamlarda dolaşma konusunda gerçekten tüm sınırları zorladığımı düşünüyorum. Niye derseniz Adana Portakal Çiçeği Festivali‘nde deli gibi dolaşmıştık mesela. İnanılmaz bir kalabalık ve o kalabalıkta ne maske, ne mesafe öyle yüzlerce insan arasında gezdik. Yemek yedik, tanımadığımız insanlarla omuz omuza halay çektik ve inanması güç ama böyle bir ortamda bile virüse yakalanmadık. O yüzden hala nasıl yakalandığım ve virüsün bana nereden bulaştığı konusunda hiçbir fikrim yok.
Üçüncü günü işimden izin alarak hastaneye gittim ve doktorun rutin kontrollerini bitirmesinin ardından ”PCR testi de yapalım” demesi üzerine test yaptırdım. Aynı günün akşamına da pozitif olduğumu öğrendim. Bu arada doktoruma testimin pozitif çıkması durumunda nasıl bir yol izleyeceğim diye de özellikle sordum. Vermiş olduğum iğneleri yaptır onlar seni rahatlatır dedi ve başka da bir şey demedi.
Ertesi günü ağrılarımla ve elimde iğnemle sağlık ocağının yolunu tuttum. Sağlık ocağına girdiğimde hemşireye ilk söylediğim şey covid pozitif olduğumdu. Bunu duyan hemşirenin oracıkta bakışları ve tavırları değişti. Sanki en sevdiği elbisesini özel bir gün için giymiş ve gitmiş olduğu mekanda aynı elbiseyi giyen başka bir kadını görmüş gibiydi. Azarlayıcı bir ses tonuyla ”sizin çıkmamanız gerek” dedi.. Haklı! İyi de ben de haklıydım. Devlet ya da sistem bana bir yol göstermiyor ki? Hemşireye doktora gittiğimi, doktorumun bu iğneleri verdiğini, test yaptırdığımı ve pozitif çıktığımı, sonra vermiş olduğum testin pozitif çıkması durumunda ne yapacağımı hepsini sordum diye tek tek anlattım. Ve sonrasında doktorumun iğnelerini yaptır dediğini söyledim.
Dışarı çıkamıyorsam iğnelerimi nasıl yaptıracaktım? Sistem ne yapmamı istiyorsa söyleyin onu yapayım dedim. En son baktı ki benden kurtuluşu yok gibi ”bu seferlik yapalım” deyip iğneyi yapmak için tam razı olmuştu ki yine yaptıramadım. Çünkü tam da o anda karışım için yazılan Flakon yerine hap kutularından birini aldığımı fark ettim ve boşu boşuna geldiğimi anladım. Sonra da iğne olacak hevesim kalmadığından ve hemşireden ikinci bir azar işitmek istemediğimden iğnelerin hiçbirini yaptırmadım.
Bu arada iğnelerimi ilk aldığımda, yani doktorun yanından çıktıktan hemen sonra bir tanesini yaptırayım diye hastanenin aciline girdim. (Testim hala sonuçlanmamış o sıra) Acildeki hemşireye iğnelerimi verdim ve bekliyorum. Reçetede iğnenin 12 saat arayla yapılması gerektiği yazıyordu. Neden bilmem ilaç kutularından çıkan o çok katlı kağıt parçalarının neredeyse her satırını dikkatlice okuduğumdan, reçete üzerine yazılan bilgisayar çıktısı yazıları da nedir ne değildir diye hızlıca incelemiştim. Hoş, bilgisayar çıktısı olmayıp bir doktorun şu bizim gibi sıradan insanlar için anlaşılması güç türden olan acayip el yazılarından biri olsaydı, anlamak için yine uğraşırdım. Kağıdı sağdan sola, aşağıdan yukarı şöyle bir döndürüp anlamadığımı tam olarak anladıktan sonra kendimi biraz tedirgin, biraz da çaresiz bir şekilde hemşirenin hafif olacağını umduğum ellerine bırakırdım.
Hemşire iğneyi hazırladı ve tam yapıyordu ki, flakon denilen ilaç donuk olduğundan dolayı şırınganın yarısı dışarı döküldü. Aksi gibi üzerimde de siyah pantolon vardı. Nerden bileyim ben böyle olacağını. Neyse… Siyah pantolonumun üstünde toz deterjan gibi pütür pütür beyazlık belirdi. Popomun yarısı açık, elinde şırıngayla hayretler içinde bana bakan ve ne olduğunu anlamaya çalışan bir hemşire, onun iki adım gerisinde meslektaşının ne yaptığını ve neye şaşırdığını merak eden diğer hemşire… Tam skeçlik bir ortam.
İlk tepkisiydi şuydu: Aaaa bu niye böyle oldu ki? Daha sonra diğer hemşireyle aralarında konuşmaya başladılar. Diğeri biraz daha tecrübeli olacak ki flakonun hafif donuk bir sıvı olduğunu, çalkalaması gerektiğini falan anlattı. İğnenin dörtte biri kadarını, yok yok yarısı kadarını, neredeyse birazını ya da birazın birazcık fazlasını yapmış oldu yani.
Doktorumun o gün flakon yazacağını, flakonun aslında çalkalanması gereken beyaz bir sıvı olduğunu, o sıvıyı enjekte edecek olan hemşirenin aslında flakonla daha önce hiç tanışmamış olduğunu, tanışmamış olmasına rağmen yanındaki meslektaşına bu iğneyi nasıl yapacağını sormayacağını… Evet şayet tüm bunları ya da bunlardan en az birini bilseydim, o gün siyah yerine açık renk bir pantolon giymeyi düşünebilirdim.
Hemşire, mahvettiği pantolonumun ve tam olarak ne kadar enjekte ettiği hakkında hiçbir fikrinin olmadığı iğnenin ardından, ”bir tane daha yapalım onun yarısı boşa gitti” diyerek yeni bir iğne açmaya çalıştı. İşini yapan insanlara, özellikle de maruz kaldıkları şiddet ve haksızlık yüzünden tüm sağlıkçılara gerçekten çok saygı duyuyorum ama bir insan nasıl bu kadar cahil olabilir? Hanımefendi iğnenin ne kadarını enjekte ettiğinizi bilmiyorsunuz ve reçetede yetişkin bir bireye 12 saat geçmeden ikinci iğnenin yapılmaması gerektiği yazıyor. Şu an bir tam yaparsanız aynı anda 1,5 iğne yaptırmış olacağım. Niye durup dururken böyle bir risk alayım ki dedim. Böyle bir çıkış beklemediği için biraz duraksadıktan sonra ”tamam siz bilirsiniz o zaman” diyerek iğneyi yapmaktan vazgeçti.
Aslında onun bileceği bir şey ama onu da biz biliyoruz işte. Yani düşünüyorum da aynı durumda başka biri olsaydı o iğneyi gerçekten yapacaktı. Her şeye rağmen berbat olan üstümü sakin bir şekilde temizledim ve iğnelerimi alıp hastaneden çıktım. Saat geç olduğu için de doğruca eve geçtim. O saçma gün de öyle bitti zaten.
Hemşireye içten içe kızsam da sanırım bu kızgınlığımın %10’u kadarını ona yansıttım. Çünkü üstüm berbat olduğunda bile ”olsun siz de böylece deneyim kazanmış oldunuz” diyerek tebessüm ettim. Aslında üstümün kirlenmesinden ziyade iğneyi yaptıramamış olmak canımı sıkmıştı. Olan biten bir şey için de kimseyi kırmaya gerek yoktu. O yüzden burada içimi dökmeyi daha uygun gördüm. Neyse en azından daha önce flakon karışımlı iğne yapmamış bir hemşirenin bu yazıyı okuma ihtimalini düşünerek kendimi biraz olsun rahatlatıyorum.
Eve döndüğümde akşama kadar telefon ekranına kaç kere baktığımı hatırlamıyorum. Eşim benden çok, ben eşimden çok baktım herhalde. Gece yarısı da pozitif bilgisi e-nabız üzerinden sisteme düşmüş zaten. İlk gün ulan covid olmasak adam gibi dinlenemeyeceğiz diye düşündüm ki gerçekten de öyleydi. Sonra kahvaltı ederken Sağlık Bakanlığı’ndan aradılar. Şu an ne dediklerini bile hatırlamıyorum. Bir daha da aramadılar zaten.
Bu bir haftalık süreç bazı şeyleri yeniden esaslıca düşünmemi sağladı aslında. Sonuçta şakası olmayan ciddi bir hastalık var ortada. Hayatını kaybeden milyonlarca insan gerçeğini de düşünürsek insan kafasında en yakınına bile söylemekten çekindiği derin düşüncelerle boğuşuyor. (Blogu varsa yazabiliyormuş sadece) Ölür müyüz, hafif mi atlatırız, fazla mı abartıyoruz, ulan altı üstü grip gibi mi, ölürsek acaba cenazemize kimler gelir, anam.. Oha kadın kalpten gider lan. Eşim? Ne yapar, ne eder? Sigortam eşime geçip emekli aylığı bağlanır mı, Walter White gibi metamfetam*n işine falan mı girsem? Yani her biri ortalıkta birbiri içine geçmiş farklı renklerde ipler gibiydi. Birini alıp da dört parmağıma sarayım sonra da bir şey öreyim deseniz, her biri bir yerde tıkanıp diğer iplere dolanır ve her seferinde makasla kesip sonra ek yapmak zorunda kalırsınız.
Tüm bu karmaşık düşünceler içindeyken kendimle de yüzleştim elbette. Gerçekten bu hayatı yaşayıp yaşamadığımı sordum mesela. (Ki bence kendime sorduğum en kazık soru buydu) Bir süre gerçekten sessiz kaldım ve sorumun cevabını derinlerde aradım. Kendime yalan söyleyecek değildim. O da farklı bir paradoks zaten. Sen sana yalan söylüyor ve senin senden haberin olmayacak sanıyor. Şu cümleyi kurdum sonra: İyi geldim ya. Yani hayat bir araba kullanmaksa buraya kadar iyi sürdüm beee diyebildim. Tamponda ufak tefek çizikler tabi var yok değil ama aferin beee dedim kendime. Bu çetin soru ve cevap sonrası belki biraz klişe gibi gelecek ama derin bir huzur hissettim. Ve bu huzur daha önce hissettiklerime kesinlikle hiç benzemiyordu.
İşte böyle… Her şey böyle bitti.
Hani önceki yazımda hayat bir drama mı yoksa komedi mi diye sormuştum ya, yaşamış olduğum bu covid süreci de bana hayatın gerçekten de trajikomik olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. İnsan, biz şimdi covirgin mi oluyoruz dediği akşam covide yakalanmışsa bu trajikomik değil de nedir? Yine de siz siz olun ağzınızdan böyle şeyler kaçırmayın derim. Neme lazım bir köşe başında pusuya yatmış sinsi bir hayat vardır belki. Ve belki de siz köşeye varmadan topuğunuz bir mazgala sıkışır da terlik almak için eve geri döner ve o sinsi, alaycı hayatı ömür boyu o köşede bekletirsiniz de haberiniz olmaz.
22.07.2022 – 04.02 (Tahta sandalye üstünde sırtım ve kıçım çok acıdı.)
Hayat işte ne yaparsın…