Anlatmak istediğim çok şey var ve yine içimde ”bunların ne kadarını anlatabileceğim acaba” endişesi var. Sürekli bir şeylerin endişesi içinde olmak beni zaman zaman hasta ediyor. Bunu hissedebiliyorum! İşin kötü yanı bunun doktorluk bir yanı olmadığını da bildiğim için, nazım bir tek kendi kendime geçiyor ve kendim dışında kimseye mızmızlanamıyorum.
Sahip olduğum beden, bakmakla yükümlü olduğum küçük bir çocuk gibi geliyor bazen. Uykum geldi diyor, uyutmak için yatağa yatırıyorum. Ben acıktım diyor, gidip bir şeyler yediriyorum. Canı sıkılıyor, sokağa gezdirmeye falan götürüyorum. Sürekli onun isteklerini karşılayıp, onu mutlu etmek için (zorunlu olarak) uğraşmak, bazen gerçekten de tuhafıma gidiyor ve bu çocuk beni gerçekten çok yoruyor. Yani yemek, içmek, uyumak vb. insani temel ihtiyaçları karşılamak çoğu kimseler için keyifli bir aktivite iken, benim için can sıkıcı olabiliyor. İnsana kendi bedeni ağır gelir mi? Gelebiliyormuş demek ki! Otuzumdan sonra bunu da öğrendim.
Bundan beş sene öncesine kadar kitap çıkarmayı düşünüyordum. Bugün ise bir beş yıl daha beklemem gerektiğini düşünüyorum. Neden mi? Geriye dönüp yazdıklarımı okuduğumda, çoğuna paçavra muamelesi yapıyorum da ondan. Üstelik başka yazılara ve hikayelere daha ılımlı yaklaşırken, söz konusu kendim olunca, yine kendi kendimi yerden yere vuruyorum. Acaba kendime fazla mı haksızlık ediyorum? Yoksa o kadar da kötü değil mi acaba yazdıklarım? Peki o kadar değilse ne kadar kötü? İçimdeki muzip çocuk yine sessiz sessiz gülüyor.. (yok yok o kadar kötü değil, daha kötü)
***
Ne anlatıyordum?
Bu yazının en trajikomik tarafı da bu oldu sanırım. Her şeyden bahsetmek ama hiçbir şey anlatmamak.
İşin şakası bir yani (maddi bir kazanç için değil) sadece kendim için bunu yapmak istiyorum. Acaba kitap çıkarınca belli belirsiz bir havaya mı gireceğim, beni kitap çıkarma konusunda heveslendiren sebebin altında egom mu var diye kendimi de yokladım. Ama yok, samimiyetimle bu soruya hayır cevabını verebilirim. Ancak şu da bir gerçek ki insan denilen mahlukat, hala güdülerine göre hareket eden bir hayvandan farksız. Etrafımızda vuku bulan hemen hemen her olayın altındaki gizli sebep de yine bu dürtüler. Kıskançlık, cinsellik, öfke, baskın gelme, otorite kurma gibi.
***
Ne anlatıyordum?
Kitap çıkarma konusundan hangi ara dürtülere geldim anlamadım. Neyse, insan kendi kişisel blogunda istediği gibi atıp tutamayacak ve saç-ma-la-ya-ma-ya-cak-sa başka nerede atıp tutacak? (Eğer bu yazıyı okuyan yabancı biri olsaydım şunu derdim: İyi en azından saçmaladığının farkındasın.)
Kitap konusunda söylemek istediğim bir şeyler daha olduğu için devam etmek istedim açıkçası. Ben iyi bir şey çıkarmak istiyorum ortaya. Gerekirse on yıl sürsün ama sabır ve sükunetle beklemeye razıyım. Özellikle şu son dönemlerde Yaşar Kemal ve Aziz Nesin okumaya başladım ki, kendimde çok fazla eksikler görmeme neden oldu yazıları ve özellikle her Aziz Nesin hikayesinin sonunda onunla tanışamayacak olmanın ayrı bir üzüntüsünü duyuyorum. Ya biz geç doğmuşuz, ya onlar erken bilemiyorum. Kendimi bu ustalarla kıyasladığımı düşünmeyin. Haddimi her zaman bilmişimdir ben. Sadece yazdıklarıma (daha doğrusu hikayelerime) farklı bir pencereden bakabilme fırsatı yakaladım. Ama işin özünde başta da dediğim gibi bu işten maddi kazanç elde etmeyi düşünmeden sadece ortaya iyi bir eser çıkarabilmek var. Çünkü ruhu olan şeylerin sonsuza kadar yaşadığına inanıyorum.
***
Özellikle şu son yıllarda, her birimiz ruhumuzu yitirmeye başladık aslında. Size garip gelebilir ama her bireyin daha birey olma yolundayken, yani kendini keşfetmemişken paramparça olup gittiğini, hiçbir zaman ruhunu bulamayacağını düşünüyorum. Kafamı çevirdiğim her yerde görüyorum bu durumu. Blog yazıyorum diye geçinen soytarılarda, kendilerine sanatçı diyen şarkıcı müsveddelerinde, film yapıyoruz diye saçma sapan kurgular üzerine sinema filmi çeken yapımcılarda, birbirinin kopyası binlerce youtube kanalında, fenomen olmak için kıçını yırtan sosyal hesaplarda. Bilmiyorum farkında mısınız ama her şey ve herkes birbirine benzemeye başladı ve çılgın bir kasırga gibi herkesi biraz içine çekiyor bu ruhsuzluk!
Oysa bu ruhsuzluğun ürünü olarak ortaya çıkan her şey, anlık olarak popülerliğini ilan etse de ve hatta alanında zirveyi oynasa da, hepsinin tamamen parçalanıp yok olacağına hiç şüphem yok. Acı olan şu ki, bu parçalanma sırasında ruhsuz olan her şey tamamen yok olacağı için, ruhunu yitirmişin kendisi ve onun elinden çıkan her şey bu parçalanmadan nasibini alacaktır. Pufffffffff. Hepsi toz olup uçup gidecek!
***
Geriye ne mi kalacak?
Aşık Veysel’in sazı ve türküleri kalacak mesela. Yaşar Kemal’in, Dostoyevski‘nin romanları kalacak, Sadri Alışık’ın tiradları kalacak. Ruhu olan insanların ruhundan bir parçadır ürettikleri! İnsanın özüne inip yüreğine dokunabilen, kısacası ruhu olan her şey sonsuza kadar yaşayacak.
Artık ne anlattığımı biliyorum.
Ama ne anladığınızdan emin değilim.
Güzel bir yazı olmuş ellerinize ve emeğinize sağlık.
İçimizdeki yabancı hep bizi paramparça edecek sanırım. Hiçbir zaman bize soru sormayı bırakmayacak. Yazmak veya konuşmak bu kadar paçavra olmuşken ne denir ki? Hayat sıradan olmayı seçti. Haksızlık hep olduğu gibi sanatta birleşti.